Ağustos 08, 2018 13:49 Europe/Istanbul

Cumhuriyet: Krizin faturası da CHP'ye kesilecek

Karar:

Yüz binlerce kişi bekliyor: 65 Yaş Aylığı, 1 Eylül'de zamlı ödenecek

Star:

Muhaliflerden tüzük kurultayı seçeneği

Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:

...***

Aydın Engin, 8 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "CHP’nin intiharı mı?"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Parmak hesabında yanlış yapmadıysam 24 Haziran’ın üstünden topu topu 45 gün geçti. 24 Haziran sabahını hatırlayın. Bizim mahallede farklı rüzgârlar esiyordu. Kimileri “Bitti bu iş. Güle güle AKP Reis’i; hoş geldin Muharrem İnce” türküleri çığırıyordu. O kadar iyimser olmayanlar “Kazanılır ya da kıl payı kaybedilir, ancak şu bir gerçek: Muhalefet üstündeki ölü toprağını silkip attı. Bu demokrasi için ve umutlanmak için esaslı bir nedendir” demekteydiler."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor: ...***

Şimdi bir de 24 Haziran gecesini hatırlayın. “Bitti bu iş” diyenler derin bir düş kırıklığı yaşadılar ve “Hile yapıldı, oylar çalındı” cümlelerinde teselli bulmaya çabaladılar. Tedirginliğin boşuna olmadığı izleyen günlerde daha da belirginlik kazandı. Ana muhalefet partisi olarak belirgin bir ağırlık taşıyan CHP kendi içine döndü ve parti seçim yenilgisinden çok daha derin, çok daha yıkıcı bir iç çekişmenin içine yuvarlandı. Muharrem İnce seçim kampanyası boyunca, başta CHP tabanı olmak üzere aldığı hiç de küçümsenemeyecek kitle desteğini inanılmaz bir hızla tüketti, yitirdi. Kendini nasıl savunursa savunsun, parti içindeki çıkışı “Cumhurbaşkanı seçilemedim bari CHP’ye başkan olayım” diye özetlenebilecek bir rotaya girdi. “Genel Başkanıma karşı aday olmam. Amaaaa...” diye başlayan bir cümle kurdu ve arkasını getirdi: Ama örgüt isterse... Bu, genel başkanlık yarışı başlattığının diplomatik bir dille ilan edilmesiydi.

Nasıl gözden kaçırılabilir? Seçim gecesinden itibaren ülke, Cumhuriyet tarihinin en derin bunalımının içine düşmüştü. Sistem filan değil rejim değişmişti. Bu koşullarda aralarındaki derin ya da sığ, büyük ya da küçük farklılıkları bir yana bırakıp demokrasiyi, özgürlükleri, parlamenter demokrasiyi savunmak gibi tarihsel bir görev yüküyle karşı karşıya olan muhalefetin en büyük halkası CHP “Kılıçdaroğlu gitsin İnce gelsin. Yok yok, Kılıçdaroğlu kalsın”dan ibaret bir tercih tuzağının içine yuvarlandı. CHP’ye değil, demokrasiye, özgürlüklere, parlamenter demokrasiye yazık. Nitekim AKP Reisi ve partisi “köpeksiz köyde değneksiz dolaşabilme” fırsatı buldu ve fırsatı kaçırmadı. Ülkeyi ekonomik, ancak salt ekonomik değil demokratik ve siyasal bir uçuruma sürükleme pahasına yeni rejim adım adım örülüyor. Kimilerinde öfke patladı. Kimileri çaresizliğin bunaltısına düştü. Kimilerinde siyasetten uzaklaşma, olup biteni umursamazlık kol gezmeye başladı. Bu sürüyor ve tırmanarak sürüyor. Evet, -öne alınmazsa- yedi ay sonra yerel seçimler var. Evet, burada AKP ve Reisi’ne özellikle büyük kentlerde tattırılacak bir yenilginin siyasal ve psikolojik değeri büyük. Ancak sorun bundan ibaret değil. Hiç değil. CHP’nin sorunu ve geleceği yerel seçim sonuçlarıyla bağlı değil. En azından delege düzeyinde ortasından bölünmüş bir partinin yerel seçimlerde başarı kazanabilmesi çok zor. Diyelim yerel seçimden CHP başarılı çıktı ya da başarısız kaldı. Artık bu önemli değil. Bir daha: CHP’nin sorunu bundan çok daha derin. Görünen o ki CHP istese de istemese de siyasal, ideolojik ve programatik bağlamda değişmek, dönüşmek ve ayrışmak zorunda. Bu zorunluluk kişilerden bağımsız bir siyasal gerçek. ...***

Esfender Korkmaz, 8 Ağustos tarihli Yeniçağ gazetesinde, " Yükselen ekonomilerde sert düşüş"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Spekülatif sermaye küreselleşmeyi kendine göre dizayn etti. Sıcak para olarak girdiği ülkelerde spekülatif kârlar sağladı. Bu ülkeler bol döviz serabına kapıldı. Kur baskısı ve cari açıkların bozucu etkisi , dış borçlanmaya yansıdı. Dış borçlanmanın etkisi uzun zamanda ortaya çıktığı için kimse işin farkına varmadı. Üretici memnun, çünkü düşük kurdan ithalat yaptı. Tüketici memnun, çünkü piyasa ucuz ithal malı cenneti oldu."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadeelre yer veriyor:

...***

Türkiye 2012 yılına kadar bu serabı yaşadı. Spekülatif sermaye yüksek kârdan heyecanlandı. Bu defa bu ülkeleri yükselen ekonomiler olarak ilan etti.

Finansal liberalleşme ile birlikte faiz hadlerinin ve çeşitli mali varlık fiyatlarının gelecekte alacağı değerlere ilişkin belirsizliğin artması, borç verenler açısından bir risk faktörü oluşturdu.

Finansal liberalleşmenin yarattığı finansal varlıkların fiyatlarındaki uyumsuzluklar ve bunun kaynak dağılımındaki etkinliği azaltması, vadelerin kısalması ve spekülatif varlık alımı ve tüketim amacıyla aşırı borçlanma ve bunun neden olduğu sürdürülemez borç stokları, artan finansal kırılganlık ve azalan hane halkı tasarrufları ile, ticaret ve sanayinin ihtiyaçlarına uygun faiz haddi ve döviz kuru politikası, izlenmesi adeta imkansız hale geldi.

Öte yandan Finansal liberalizasyonla birlikte bankacılık sisteminin kırılganlığı da önemli ölçüde arttı. Faiz oranlarının aşırı ölçüde artan volatilitesi bankaları ciddi faiz riskleri ile karşı karşıya bıraktı.

Değişmeyen ve kırılgan olarak kalan tek ülke Türkiye oldu. Dahası bugün de dünyada bu ülkeler içinde en fazla cari açık Türkiye veriyor. Cari açık veren ülkeler, ithalat yaptıkları ülkelerde istihdam yaratmış oldular. Kendi ülkelerinde işsizlik arttı.

...***

Faruk Çakır, 8 Ağustos tarihli Yeniasya gazetesinde, " Hukuk ve adalet krizinin neticesi"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" İşinin ehli olan ekonomistler, siyasetçiler ve diplomatlar hal ve gidişin iyi olmadığını, gecikmeden tedbir alınması gerektiğini söyledikleri halde Türkiye’yi idare edenler bu ikazları, bu hatırlatmaları dikkate almadı.Çok bilinen bir fıkra vardır. Buna göre Karadenizli hemşehrimiz çocuklarına “Uşağum, ben hastayım” deyip dururmuş. Ancak  çocukları babalarının bu hatırlatmasını kulak ardı etmiş ve babalarını doktora götürüp tedavi ettirmemişler. Neticede hemşehrimiz vefat etmiş. Babalarının mezarını ziyarete giden oğullarını mezar taşındaki sürpriz yazı karşılamış: “Hastayim dedum inanmadunuz. Ne oldi şimdi?”"diyen yazar, yazısının devamınd aşu ifadelere yer veriyor:

...***

Maalesef ülkemizde yaşanan son gelişmeler biraz da bu fıkrayı hatırlatıyor. İşinin ehli olan ekonomistler, siyasetçiler ve  diplomatlar hal ve gidişin iyi olmadığını, gecikmeden tedbir alınması gerektiğini söyledikleri halde Türkiye’yi idare edenler bu ikazları, bu hatırlatmaları dikkate almadı. Peki, ne oldu şimdi? Haberlere göre Türk Lirası dolar karşısında 7 ayda yüzde 38 değer kaybetmiş durumda. Daha ne kadar kaybedeceği de belli değil.

Hatırlamak lâzım ki hal ve gidiş konusunda ikaz edenler sadece muhalifler değildi. Eski bakanlardan Mehmet Şimşek de “Çatıyı  hava güneşliyken tamir etmek lâzım” şeklinde beyanlarda bulunmuştu. Ne yazık ki değil, muhaliflerin haklı ikazlarını, kendi bakanlarını bile dikkate almayan bir idare söz konusu. İktidara yakın olarak görülen bazı gazeteciler de gidişin iyi olmadığını,  israfın önlenmesi gerektiğini ve her kademede işlerin ehil olana verilmesi gerektiğini söyleyip yazdı. Bunlar da dikkate alınmadı.  Sadece insanları oyalamaya çalışan bazı danışmanların sözleri öne çıkarıldı ve bütün krizlerin sorumlusu olarak ‘dış tahrik’ler  gösterildi.

Bundan önce olduğu gibi şimdiki krizlerin, sıkıntıların merkezinde ‘dış tahrik’lerin olması mümkündür. Fakat mesele bu ‘dış tahrik’lere rağmen doğru adımları atmaktır. Milletin idarecilerden istediği ve beklediği budur.

En büyük hata, ekonomik krizin ‘ekonomik kriz’den ibaret olduğunu zannetmektir. Evet, kriz ekonomik olarak ortaya çıkmış olabilir, ama meselenin temelinde hak, hukuk ve adalet noktasındaki sıkıntılar var. Bunu inkâr etmekle bir yere varmak mümkün değil.  

Hukuk ve adalet noktasında sıkıntı yok demek sadece kendimizi kandırmak anlamına gelir.