Şubat 01, 2019 12:11 Europe/Istanbul

Programımızın ilk bölümünde İran’ın İslam devriminden önce ve sonrasında sergilenen dış siyasetini ele alacağız.

Kuşkusuz Pehlevi Rejimi dış siyasetindeki en bariz özellik kararlarında bağımsız bir tavır sergileyemeyip dış güçlere bağlılığıdır. İkinci Pehlevi kralının dış siyasetindeki temel bakış, başlarında Amerika ve Britanya gelen Batılı ülkelerle koordineli ve aynı yönde hareket etmekti.

Pehlevi Rejiminin dış siyasette özellikle Amerika gibi Batılı ülkelerden emir aldığını ve onlara bağımlılığını gösteren bir çok gösterge vardır. Bunların en önemlisi Amerika’nın Pehlevi Rejimi döneminde Kabine üyeleri ve bakanlarının seçilmesindeki müdahaleci girişimleridir. Buna rağmen Pehlevi Rejiminin Amerika hizmetinde olduğuna dair en bariz örneklerden biri de Kapitülasyon yasasının onaylanmasıdır. İran Milli Şura Meclisi 1 Ekim 1964’te, dönem hükümeti ve Amerika büyükelçiliği arasında gerçekleşen uzun bir istişare sürecinden sonra, İran’da bulunan Amerikan askeri güçleri ve onlara bağlı kimselerin de diplomatik şahsiyetlerin sahip olduğu siyasi dokunulmazlıktan yararlanmalarına dair yasayı onayladı. Bu yasa Kapitülasyon adı ile tanınmaktadır.

Bu hizmetkarlık ve uşaklık siyasetinin sonucunda Pehlevi Rejimi,  dış siyasette bağımsız kararlar alması yerine Amerika siyasetlerinin bölgedeki uygulayıcısı haline gelmişti.  İran’ı ve Suudi Arabistan’ı Amerika’nın bölgedeki dış siyasetindeki iki temel sütün olarak gören Richard Nikson ve Henry Kissinger’in çifte sütunlu doktrini de Pehlevi Rejiminin Amerika’ya yaptığı hizmetlerden doğmuştur. Nikson-Kissinger’in çifte sütunlu doktrinine göre İran, bölgenin askeri-emniyet jandarmı ve ayrıca Amerika’nın buradaki askeri kolu sayılıyordu.

Muhammed Rıza Şah Pehlevi, Ekim 1969 yılında Richard Nikson’un daveti üzerine Amerika’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.

Nikson Şahın Amerika’ya gelişi bağlamında yaptığı konuşmalarında Muhammed Rıza Şah’ın Beyaz Devrim çerçevesinde gerçekleştirdiği reformları ve değişiklikleri överek Şahı hem İranlılar için ve hem de barışçıl bir şekilde gelişmek arzusunda olan başka ülkeler tarafından bir örnek olarak seçilmesi gerektiğini vurguladı.

Nikson o konuşmasında şöyle bir açıklamada da bulunmuştu:” Amerika ve İran ilişkileri hiçbir zaman bu kadar yapıcı ve iyi değildi. İlişkilerin bu denli iyi olması ise bizim sadece sizin ülkenizle değil, sizinle de çok özel ilişkiler yürüttüğümüzden kaynaklanıyor. “ Günümüzdeki Suudi Arabistan ve Amerika ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Muhammed bin Selman bile Amerika’ya aynı çerçevede göz kırpmaktadır.

Pehlevi döneminde dış siyasetin en önemli özelliklerinden olan bağımlılık ve uşaklık yapmaya karşı İran İslam Cumhuriyetinin dış siyasetindeki en önemli özellik bağımsızlık ve emperyalizm ile mücadele olmuştur.

Üniversite hocası ve aynı zamanda İran İslam Cumhuriyeti dış siyasetindeki teorisyenlerden olan Seyyid Celaم Dehkânî bu konuda şöyle bir değerlendirme yapmaktadır:” İran İslam Cumhuriyetinin dış siyasetindeki en önemli etken emperyalizmle mücadeledir. Nitekim İran İslam Cumhuriyeti’nin emperyalist Amerika karşısındaki dik duruş sergilemesi ve buna karşı çıkması bunun en güzel örneğidir.”

İran İslam İnkılabı’nın dış siyasetinin en önemli belirleyicisi olan İslam İnkılabının kurucusu Rehmetli  İmam Humeyni, Iran-Irak savaşının en dorukta olduğu bir dönemde şöyle bir açıklaması vardır:” Biz hiçbir güç ve süper güç ile uzlaşmak peşinde değiliz. Ne Amerika sultasına karşı ne de Sovyetlerin sultasına girmeyeceğiz. “

İran İslam Cumhuriyeti anayasasının 152’inci ilkesinde de açık bir şekilde emperyalizme karşı çıkması gerektiği şöyle açıklanmıştır:” İran İslam Cumhuriyeti dış siyaseti her türlü sultacılık ve sulta altına girmenin karşısında durmaya dayanmaktadır. Toprak bütünlüğünün korunması ve tam bağımsızlığın muhafaza edilmesi, Müslümanların haklarının savunulması ve sultacı ve emperyalist güçler karşısında durulması ve hasım olmayan ülkelerle barışçıl ilişkilerin kurulması İran İslam Cumhuriyetinin dış siyasetinde temel etkenlerdir." 

Anayasada bulunan bu ilke, kırk yıla yakın bir süredir İran İslam Cumhuriyeti dış siyasetinin ana hattını oluşturmaktadır. Öyle ki İran İslam Cumhuriyeti bu ilkeyi hayata geçirmek ve bağımsızlığından vaz geçmemek için Amerika’nın ağır yaptırımlarına bile maruz kalmayı kabul etmiştir.  Amerika’nın İran İslam Cumhuriyeti karşısındaki düşmanlığının özellikle de günümüzdeki dönemde Turmp’ın uluslararası kuralları ayakları altına alarak Bercam Nükleer Anlaşmasından çekilmesi ile İran’ı geniş çaplı bir şekilde baskı altına aldığı bir zamanda devam etmesi ve günden güne daha şiddetlenmesinin en önemli sebeplerinden biri de İran İslam Cumhuriyetinin bağımsız davranmasından dolayıdır.  

Gerçekte Amerikalıların Suudi Arabistan’ın Yemende işlediği cinayetleri ve son zamanlarda yaşanan Suudi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetini göz ardı etmesinin sebebi de Suudi Rejiminin de İran’daki Pehlevi Rejimi gibi Amerika’nın hizmetkarlığını yapmasından dolayıdır. Suudi Arabistan da Amerika’nın bölgedeki siyasetlerinin uygulayıcısı ve çıkarlarının Ortadoğudaki koruyucusu haline gelmiştir. Halbuki İran İslam Cumhuriyeti ise bunun tam karşıtı bir tutuma sahiptir.  

Pehlevi Rejiminin Amerika’ya körü körüne bağlılığı ve hizmetkarlığını gösteren en önemli faktörlerden biri de yabancı askeri müsteşarlar özellikle de Amerikan müsteşarlarından yararlanmasıdır.

Üniversite hocası Alirıza Ezgandî bu konu ile ilgili şöyle bir değerlendirme yapmaktadır: İran’daki 1953 darbesinden sonra Amerikalı askeri kuruluşlarının faaliyetlerinin artmasının yanı sıra, İran ve Amerika arasındaki istihbarat ve askeri alanındaki işbirliğinin artması daha da şiddetlendi ve o tarihten İslam Devrimine kadar Amerikalılar İran’ın askeri teşkilatında ve askeri eğitiminde önemli bir rol ifa etmeye başladı.”

Pehlevi döneminde İran’da bulunan Amerikalı askeri müsteşarların sayısı ile ilgili kimi istatistik ve dağınık bilgilere göre, 1978 yani İslam İnkılabından bir sene öncesinde İran ordusu ve ona bağlı kurumlarda faaliyet gösteren müsteşarların sayısı 45 bin kadar tahmin edilmektedir. Buna karşın İran bu 45 bin olan Amerikan müsteşarların maaşları için  yıllık 3.24 milyar dolar bütçe ayırmak zorundaydı. Halbuki İran’ın bu dönemdeki Eğitim Bakanlığının bütçesi sadece 1.8 milyar dolardı.

45 bin kadar Amerikan askeri müsteşarının İran’da bulunmasının sonuçlarından biri de İran’ın Amerikalılardan yüklü miktarda silah alması ve böylece militarizasyon sürecine ayak basılarak Amerika’nın bölgedeki siyasetlerinin uygulayıcı haline gelmesi için hazırlanması olmuştur.

Muhammed Rıza Şah Pehlevi döneminin Hazine ve Ekonomi Bakanı Huşeng Ensari 6 Ağustos 1974’te Amerika Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’i ağırlamak için düzenlenen Tahran’daki ziyafette şöyle bir açıklama yaptı: “Geçmişte Şah, tekrar tekrar Amerika’nın artık tek başına çıkarlarını dünyanın dört bir yanında koruyamayacağı gün gelecek  ve işte o zaman vefakar ve emin ortakları ve dostlarına daha fazla ihtiyacı olacak diyordu. İşte İran da Amerika’nın en iyi dostlarından sayılır artık.”

Alirıza Ezgandi değerlendirmesinin devamında şöyle diyor:” Böyle bir rolün üstlenmesi için ilk önce İran’ın militarize edilmesi bahanesi ile İran petrolünün satışından elde edilen dolarların, yüklü miktarda modern ve donanımlı savaş uçakları ve gizli dinleme üslerini kurulması ve binlerce yabancı müsteşarın hizmete alınması sureti ile tekrar Batıya dönmesi gerekiyordu.” Beheşti Üniversitesi hocası olan Ezgedi sözlerine şunları da ekliyor:” Petrol fiyatının sonbahar 1973’teki dörde katlanması ile Amerikan silah tüccarları ve silah fabrikalarınınn temsilcileri Tahran’a akın ettiler. Nitekim İran’daki Amerikan Askeri Müsteşarları Grubunun Başkan Yardımcısı General Alice Williamson’un iki yıllık görev süresinde 4 milyar dolar değerinde olan 700’e yakın askeri sözleşme İran ve silah fabrikaları temsilcileri arasında imzalandı. 1978 yılına kadar ise bu sözleşmelerin neticesinde İran, Amerika silahları ve mallarının en büyük alıcısı haline geldi.”

İran’ın militarize olmasının sonuçlarından biri de İran’ın artık kendi milli çıkarlarının değil Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının koruyucusu haline gelmesiydi. Örneğin Muhammed Rıza  Şah Pehlevi’nin Kasım 1977’de Amerika’ya gerçekleştirdiği son ziyaretinde F-16 modeli 160 adet savaş uçağı satılarak Muhammed Rıza Şah’tan Aralık 1977’de gerçekleşecek OPEC oturumunda petrol fiyatlarının sabit tutulması yönünde çaba göstermesi istendi. “

Göründüğü gibi bugün aynı oyunlar Suudi Arabistan için de geçerlidir. Suudi Arabistan halihazırda Amerika silahlarının en büyük hedef pazarı haline gelmiş ve Amerika çıkarları ve Washington’un siyasetlerinin bölgedeki savunucusu haline gelmiş ve aynı şekilde petrol fiyatlarının sabit tutulması için Amerika tarafından bir araç olarak kullanılıyor.

İran’ın İslam İnkılabı sonrası ve öncesindeki dış siyasetinin en belirgin farkı ise Pehlevi döneminde 45 bine yakın yabancı müsteşarın bulunmasına karşı  günümüzde İran İslam Cumhuriyeti’nin kendi çıkarları ve bölgesel ortaklarının güvenliğinin sağlanması ve terörist gruplar ile mücadele edilmesi için Suriye ve Irak gibi ülkelere gönderilen müsteşarlar gerçeğidir. Nitekim bu müsteşarların Irak ve Suriye’deki başarılı görevleri inkar edilemez bir gerçektir.

İran İslam Cumhuriyeti, Batı ve özellikle Amerika silahlarının pazarı olmamasına karşın dış siyasette de yabancı müsteşarların varlığına ihtiyaç duymadan Amerika’nın bölgedeki askeri varlığına da kararlı bir şekilde karşı çıkmakta ve “yerli güvenlik” meselesi üzerine vurgu yapmaktadır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda İran İslam Cumhuriyeti dış siyasetindeki bağımzlığı ve emperyalizme karşı mücadeleyi daha açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.