Şubat 01, 2019 12:14 Europe/Istanbul

Bu programın ikinci bölümünde İran’ın İslam İnkılabından önce ve sonrasında sergilenen dış siyaseti karşılaştırmaya çalışacağız.

Pehlevi Rejiminin dış siyasetindeki stratejilerinin en önemlilerinden biri de bu rejimin Batılı ve özellikle de Amerika’ya bağlı dış siyasetinden kaynaklanan Batı yönetiminde olan kurumlar ve anlaşmalara katılmasıydı. Gerçekte Pehlevi Rejiminin bu kurumlar ve anlaşmalara katılması Batının siyasetlerini izlediğini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu anlaşmaların birisi de Bağdat anlaşmasıdır.

Şubat 1954 yılında yapılan Bağdat Anlaşması, karşılıklı işbirliği anlaşması adı altında Irak ve Türkiye arasında Bağdat’ta imzalandı. Bu anlaşmadan güdülen hedef ise Ortadoğu bölgesinin güvenliği ve savunulmasının güvence altına alınması olarak açıklandı.

Britanya, Pakistan ve İran ise bir kaç ay sonra bu anlaşmaya katıldılar. İran’ın Bağdat anlaşmasına katılma istişareleri Hüseyn Ala’ Başbakanlığı döneminde başladı. Hüseyin Ala’’nın Amerika büyükelçisi olduğu dönemden eski arkadaşı olan John Foster Dallace, Amerika Dışişleri bakanı olarak göreve başladığı bir dönemde İran’a resmi bir ziyaret gerçekleştirerek İran’ın bu anlaşmaya katılmasını istedi. Nihayet İran bu istek üzerine 22 Ekim 1955’te Bağdat anlaşmasına katıldı. Ancak bu anlaşmanın ortaya çıkmasında etkili olan Amerika dönem hükümeti, bu anlaşmaya katılmayı reddetti ve sadece askeri anlaşmalarda bulunmakla yetindi.

Bu anlaşmanın ortaya çıkmasında inisiyatifli davranan kişi ise Amerika dönem dışişleri bakanı John Foster Dallace idi. O, bu anlaşma vasıtasıyla Ortadoğu’da güçlü bir savunma organizasyonu oluşturarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin bölgedeki nüfuzunu önlemek peşindeydi. Gerçekte Bağdat Anlaşması Amerika ve Britanya çıkarları doğrultusunda yapılan bir anlaşma idi.

Daha sonra Irak’ta Abdülkerim Kasım’ın yönetimin başına geçmesi ile bu anlaşma Irak tarafından ilgisizlikle karşılandı ve bunun sonucunda bu anlaşmanın merkezi, Bağdat’tan Ankara’ya intikal ettirildi. Böylece Paktın ismi de Bağdat Anlaşmasından, Merkezi Antlaşma Teşkilatı-CENTO’ya değiştirildi. Bu anlaşmaya göre Türkiye, İran, Pakistan ve Britanya, kollektif bir savunma gücü sayılıyor ve Komünizm’in bölgenin güvenliğini tehdit etmesi karşısında ortak bir güç mahiyeti taşıyordu. Amerika ise Britanya kadar bir bütçe bu organizasyona ayırarak bu anlaşmaya üye olmaksızın çoğu komitelere gözlemci olarak katılıyordu.

Bağdat Paktı veya CENTO Organizasyonu’nun Ortadoğu güvenliği alanında doğurduğu sonuçlardan biri de dönemin iki süper gücü yani Amerika ve Sovyetler arasındaki soğuk savaşın Ortadoğu’ya odaklanması oldu. Pratikte ise Ortadoğu’nun söz sahibi ülkelerinin, planlanmış bir silahlanma yarışına sokulması bu anlaşmanın sonucunda başlamış oldu. İran’ın Bağdat Paktı’na katılması İran ve Arap dünyası ilişkilerini de etkilemiş oldu. Mısır dönem Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır, bu anlaşmayı sadece Sovyetlere karşı değil kendisinin de başını çektiği Arap birliğinin karşıtı olarak değerlendiriyordu.

Tanınmış Mısırlı gazeteci Hasaneyn Heykel, İran’ın Bağdat Paktı’na katılmasının Araplarla olan ilişkisini nasıl etkilediğine dair şu açıklamaları dikkat çekicidir:” İran’ın bu pakta katılması, İranlılar ve Araplar arasındaki 1400 yıllık düşmanlığın üstüne konan tozları bir daha ani bir şekilde silmiş oldu.”

Abdürriza Huşeng Mehdevi ise bu hususla ilgili şöyle düşünüyor: Muhammet Rıza Şah Pehlevi, geleneksel “olumsuz denge” siyasetine sırt çevirerek sadece endişe duyduğu kendi varlığını devam ettirmek için İran’ı askeri Bağdat Paktına katılmaya götürdü. İran milletinin iradesinin tam tersine ülkeyi o kadar Batı Bloğuna bağımlı hale getirdi ki pratikte bütün inisiyatifini kaybetmiş oldu. Bu büyük hata içeren siyasetler ise millete zarardan başka hiçbir getirisi olmadı. Nitekim Bağdat Paktı 23 yıllık varlığı döneminde işe yaramaz bir girişim olduğunu ispatlamış oldu.

Daha önce de değindiğimiz gibi İran İslam Cumhuriyeti Dış Siyasetindeki en önemli ilkelerden biri de bağımsızlık ilkesi olmuştur. İslam İnkılabının ilk günlerinden itibaren bu ilke ciddi bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk girişimlerinden biri de CENTO Organizasyonu veya Bağdat Paktı’ndan çekilmesi olmuştur. Bu da İran İslam Cumhuriyetinin dış siyasetteki  bağımsızlığının göstergelerinden birisidir. İran İslam Cumhuriyeti Mart 1979’da, İslam İnkılabından sadece bir kaç gün sonrasında CENTO Organizasyonu’ndan çekildi.

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Bağdat Paktı ve CENTO Organizasyonundan çekilmenin sebeplerini o dönemde şöyle açıkladı: Saadabat Paktı’nın vesilesi ile bölge halkını sömürmek ve kullanmak isteyen imparatorluklar ve güçlerin kendi çıkarlarından başka bir şey istemedikleri herkesçe bilinmektedir. İşte Bağdat Paktı ve kurulan CENTO Organizasyonu da aynı hedefler doğrultusunda ortaya çıkarılmıştır. Bu anlaşma, üye olan bölge ülkeleri için güvenli, emin ve etkili bir gelecek vadedememiş ve böylece, sadece süper güçlerin çıkarlarını sağlamak işine yaramıştır. Bu yüzden İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının bakış açısından İran Devleti, kendi milletinin, ortaklarının ve bölge ülkelerinin çıkarları doğrultusunda olmayan bu anlaşmaya taraf olamaz. “

İran İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının o dönemde yayımladığı bildirinin devamında şu cümlelere yer verilmiştir:” İran milletinin büyük devriminin, uluslararası ilişkilerde, Birleşmiş Milletler Antlaşması ilkelerine ve gerçek bağımsızlık siyasetlerinin sergilenmesine dayanmasından dolayı  İran Devleti bu anlaşmadan çekildiğini bildirmiştir.”

İslam İnkılabı öncesi ve sonrasi dış siyaset arasındaki bir başka fark da bölgesel nüfuz ile ilgilidir.  İran’ın, İslam İnkılabından önce de bölgede nüfuz sahibi olmasına rağmen bu nüfuz büyük ölçüde Batılıların himayesi ile elde edilen bir nüfuzdu. Gerçekte İslam İnkılabından önce İran’ın bölgede nüfuz sahibi olmasında zemin hazırlayan en önemli faktör Batı bloğunda yer alması olmuştur. İran bu dönemde Nikson’un “ Çift Sütunlu” doktrininin sütunlarından ve ayrıca CENTO Organizasyonu’na üye bir ülke idi. Batılıların himayeleri ve Amerika silahlarının ana pazarı haline gelmesi, İran’ın İslam İnkılabından önceki bölgedeki nüfuzunun en önemli faktörleridir.

Günümüzde ise İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel nüfuzu bu ülkenin bağımsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu nüfuzda hiçbir yabancı gücün veya süper gücün payı yoktur. Aynı zamanda İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel nüfuzu, ittifaklara sebebiyet veren bir nüfuzdur. Nitekim Ortadoğu’da Direniş Ekseni İran İslam Cumhuriyeti’nin liderliğinde kurulmuştur.

Burada önemli nokta ise Batılıların İran İslam Cumhuriyeti’nin günden güne artan bölgesel nüfuzunun artmasından duydukları endişedir. Batılı güçler bu nüfuzun önünü kesmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. İlginç gerçek ise bu tutumun İran’ı günden güne daha da güçlendirmesi olmuştur. Batılıların İran İslam Cumhuriyeti’ni durdurma çabalarından biri de 2011’de Arap dünyasında başlayan ayaklanmalardır.  Batılı güçler ve özellikle de Amerika, bütün bölgesel ortakları ve kendi potansiyellerinden yararlanarak Suriye’deki Beşar Esad hükümetini devirmeye çalıştı. Ancak İran İslam Cumhuriyeti bölgesel ortakları ve ayrıca Rusya ile birlikte Suriye’deki teröristlerle verdiği ciddi mücadeleler sonucunda Batılıların bu girişimleri hüsranla sonuçlanmış oldu. İran İslam Cumhurieti’nin bölgesel nüfuzu, yabancı ülkelerin bölgeye müdahalesine karşı olan Direniş Ekseni’ne katılan bölgesel güçlerle ittifakın oluşturulması, Batıdan ithal edilen güvenlik değil yerli güvenliğe vurgu yapmak siyasetine dayalıdır.

Uluslararası İlişkiler Uzmanı Saadullah Zâriî bu hususta şöyle bir değerlendirme yapmıştır: Halk eksenli bir güvenlik, başka ülkelerden veya başka bölgelerden kaynaklanan tali bir güvenlik türü değildir. Bu güvenliğin kökü ülkenin içinde bulunur.” Başka bir deyişle halk eksenli bir güvenlik, günümüzde kimi Arap ülkelerinin ona umut bağladığı Batıdan ithal edilen güvenliğin tam karşıtıdır. Batı’ya bağlı Arap ülkeleri bu siyasetleri ile pratikte kendi dış siyasetlerinin bağımsızlığının ciddi bir şekilde sorgulanmasına neden oluyorlar.