Ekim 01, 2019 19:40 Europe/Istanbul

Bu bölümde Batı Asya ve Hindistan alt kıtasındaki Abul'ala Mevdudi düşüncelerine dayanarak hilafet düşünceleri ve geçmişini incelemeye çalışacağız.

1922 sonrası Osmanlı İmparatorluğu ve hilafetinin çökmesi ile Hindistan'da hilafet ve halifecilik düşüncesi Mevlana Ebul'a'la Mevdudi liderliğindeki İslami Cemaat tarafından örgütlenmeye başlandı. 

İslami Cemaat Partisi 1941 yılında Hindistan'da kuruldu. Bu parti başında Pakistan'ın oluşturulması ve Hindistan'dan ayrılmasına karşı çıksa da Pakistan'ın bağımsızlığını kazanması ile yeni kurulun bu ülkeye taşındı. 

Mevdudi, yazdığı "Hilafet ve Mulukiyet" adlı dikkat çekici çarpıcı kitabı ile Hindistan alt kıtasında İslami devlet ve hilafetin yeni aşamaya ayak basmasına yol açtı. Bugüne kadar bu düşünceler tazeliğini korumaktadır. Mevdudi'nin, Şah Veliullah Dehlevi gibi geçmişteki düşünürlerden farkı ise onun ilk kez olarak Kureyş kabilesine ve Araplara özel olan hilafet geleneğini geçersiz sayıp Kureyşli ve Arap olma şartını kaldırması idi. 

Ebul'a'la Mevdudi'nin bu alandaki diğer düşünce sahiplerine göre farkı ise onun Müslümanların fikrinde ve aklında da İslami bir devrimden söz etmesi idi. Ona göre toplum İslami hilafeti kabullenmeye hazır hale getirilmediği müddetçe İslami hilafetin canlandırılması ve yeniden kurulmasının da bir anlamı yoktur. 

İşte bu düşünceye dayalı olarak Mevdudi " İslam İnkılabının hazırlanışı konusunu" hilafetin canlandırılması ve yeniden kurulmasının temel şartı olarak niteleyip şöyle demiştir: " .... İslami bir devlet, İslami devrimden koparsa çaresiz kalıp çökecektir...."

Mevdudi'nin öngördüğü İslami hilafet aslında İslam aleminde, geleneksel iktidar yapısı ve modern iktidar yapısının bir bileşkesidir. Ancak Mevdudi her halükarda partilere dayalı siyasi düzeni uygun görmeyerek İslam alemindeki geleneksel yönetim ve modern yönetimin sentezinden yola çıkarak dengeli bir yönetimden yana olup bunun için zemin hazırlanması gerektiğine vurgu yapmaktadır. İşte Mevdudi'nin İslami hilafeti canlandırma teorisi bu düşünceye dayalıdır. 

Mevdudi Kuran- Kerim'e dayanarak İslami devletin gerçek şeklini şöyle anlatıyor: "Yöneticiler Allah'ın ve peygamberlerinin yasası için özel bir yer ayırmalı, gerçek hüküm sürenin iradesi altında hilafeti kabul etmelidir."

Buna rağmen Mevdudi'nin hilafet teorisinde, bu hilafet özel bir kişiye, hanedana veya kesime has değildir. Tam tersi Müslümanların her biri, ehli imanın her ferdi bu hilafette eşit paya sahip olup devletin tüm dini işleri "ehli iman arasında yapılan istişare" esasında uygulanmalıdır. 

Batı Asya ve Kuzey Afrika'da ise hilafet düşünceleri İbni Taymiye'nin selefi hilafetçilik öğretilerinden etkilenmektedir. Tabii bu bölgelerin her birindeki hilafetçilik düşüncesi farklı devirlerde ortaya çıkmıştır. 

Bu doğrultuda selefi vahhabi ve İhvan hareketinin hilafet ve İslam aleminin yeniden kurulması ilkelerinde ortak paydada buluşmasına rağmen yöntemleri ve metotları arasında ihtilaflar yaşamışlardır. Buna rağmen her iki hareket içinden de cihada veya seleficilik-cihatçılık ve tekfirciliğe yönelen alt hareketler doğmuştur. 

Gerçekte bu iki hareketten doğan radikal alt hareketlerin ılımlı alt hareketlere göre hem ideolojik bakımdan hem yöntem bakımından daha fazla ortak yanları bulunduğunu  söylemek mümkün. Günümüzde ise Arap dünyasındaki gelişmeler ve İslami uyanışın ardından cihat ve tekfire yönelen radikal hareketler ılımlı hareketlere göre gelişmek için daha uygun bir zemin yakalamış oldular. 

Böyle bir açıdan bakılırsa Batı Asya bölgesindeki hilafetçilik düşüncesinin ortak ve farklı yanlarını açıkça Mısır'da İhvancı hareketi ve Suudi Arabistan'da Vahhabi olarak ikiye ayırmak mümkün. 

Bilindiği üzere Vahhabilik hareketi günümüz Suudi Arabistan ya da o günkü adı ile Hicaz bölgesinde Şeyh Abdülvehhab tarafından kuruldu. İbni Taymiye'nin selefi düşüncelerine hayranlığı ile bilinen Şeyh Abdülvehhab İslami iktidarın ve gücünün yeniden geri dönmesi için İslam'ın başlangıç dönemindeki hilafetin tekrar yaşatılması gerektiğine vurgu yapıyordu. Ona göre Müslümanlar hurafelere yer açıp İslam'ın temeline odaklanmalarından dolayı gücü Batı ve Avrupa'ya kaptırmıştır. İşte bu düşünce, dünyanın bir başka köşesinde, yani Hindistan'da da şekillenen ve Şah Veliullah Dehlevi'nin hilafet yanlısı hareketinin başlamasına yol açtı. 

Abdülvehhab ve Şah Veliullah Dehlevi hareketlerinin eş zamanlı olarak gelişmesi ve de her iki hareketin liderlerinin Medine'deki aynı dini medresede eğitim görüp muhtemelen aynı hocalardan ders alması, İslam dünyasının Batı Asya'da ve Hint alt kıtasında benzer krizlerle karşı karşıya kaldığını İslami düşünürlerin de yabancıların sultasından kurtulmanın arayışına girdiğini gösteriyor. 

İşte bu yüzden hem Vahhabiyet hem de Hindistan'daki hilafet yanlıları her ikisi de Müslümanlarının sorunlarının çözülmesi ve İslami ihtişamın tekrar yaşatılmasını iddia ediyorlardı. Ancak Vahhabiyet pratikte hemen İslam'dan sapmasını göstermiş olup diğer selefi hareketleri de etkilemiştir. 

İran'ın kutsal Kum kentindeki siyasi uzman Abbas Caferi bu hususta şöyle düşünüyor: "Vahhabiyet günümüzde Suudi Arabistan'ın petrolünden beslenip Suudi yöneticilerinin para yardımları ile Amerika ve İngiltere çıkarları doğrultusunda hareket edip İslam'ın prestijini dünya kamuoyunda bozmak için cinayetler işlemektedir." 

Gerçekte Osmanlı hilafeti ve imparatorluğunun çöküşünün sonuçlarından biri de Suudi Arabistan'da Suudi kraliyetinin kurulması idi. Bu kraliyet yapısında Vahhabi şeyhleri ve Kral Abdülaziz hanedanı stratejik bir ittifak çerçevesinde bugüne kadar varlıklarını korumuşlardır. 

Vahhabiyet ve kraliyetin ideolojik sentezi ise bölgesel ve küresel ortamın böyle bir birleşme için hazır olduğu bir dönemde gerçekleşti. Bu dönemde İngiliz sömürgeciliği gibi Batılı güçler kendi stratejik çıkarları doğrultusunda böyle bir girişime destek verdiler. Böylece Suudi Vahhabiyeti en başından beri emperyalist sömürgeci güçlerin istekleri doğrultusunda hareket ederek fırkacılığa yönelip Suudi Arabistan'ın servetini Vahhabiyet'in yayılması için harcamaya başladılar. Böylece bu paralar sadece İslami ülkelerde değil Avrupa, Amerika, Avusturalya ve Doğu Asya ülkelerinde savrulmaya başlandı. 

Vahhabiyet'in diğer selefçi hareketlerden temel farkı da küfr ve cihad kavramlarına olan bakışıdır. Vahhabiyet öğretileri ve düşüncesinde küfrün geniş bir anlamı olup her Müslüman kolaylıkla kafirlerden sayılıp canı ve malını almak mübah sayılır. 

Vahhabile Abdülvehhabın eserlerinde özellikle de Keşf-ül Şubehat adlı eserinde yer alan görüşlerine dayanarak sadece kelime-i şehadet getirmenin Müslüman olmak için yetmediğini, icraatsız bir sözün değersiz olduğunu, Abdülvehhab'ın dediği gibi İslami ibadetler ve adabı yerine getirmediği birinin kafir ve müşrik sayılıp kanı ve malının dökülmesi ve alınmasının helal olduğununu söylüyorlar.

İşte küfrden verilen bu tanım, zaman içerisinde cihat kavramını da kötü yönde etkileyip bu önemli dini kavramımızı çarpıtmıştır. IŞİD gibi terör örgütleri Afganistan, Irak ve Suriye gibi ülkelerde de faaliyetlerini Vahhabi düşüncelere dayanarak yürütüp İslami devlet ve hilafeti kurmak istediklerini iddia etmiştir. Bu terör örgütleri kendilerini cihatçı gruplar olarak tanıtıp kendilerine özgü cihat, bidat ve planları ile Batı'nın İslamofobik amaçlarına hizmet etmektedirler.