Aralık 06, 2019 17:13 Europe/Istanbul

Son yıllarda Batı Asya'daki gelişmelerin birçoğu Amerika'nın bölgeye yönelik doğrudan müdahalelerinden kaynaklanmıştır.

Amerika'nın Batı Asya'ya yönelik sultacı ve müdahaleci siyasetleri Washington siyasetlerinin uluslararası kurallar ve ilkelere dayanmadığını açıkça gözler önüne sermektedir. Bu kaos oluşturma ve normlara uymama tavrı Trump döneminde uluslararası ilkeler ve hukuka açık bir şekilde karşı çıkmakla doruğa taşınmıştır.

Bu süreç içerisinde Amerika ciddi bir şekilde koalisyon oluşturma ve ülkelere kendi siyasetlerine uyma zorunluluğu getirmeye yönelmiştir. Maalesef kimi ülkeler de geçici menfaatler esiri düşerek Amerika ile aynı istikamette hareket edip vekalet savaşları, bölgesel krizler ve IŞİD ile El Kaide gibi terör örgütlerinin meydana gelmesine yol açmıştır. Bu davranış sonucunda ise bölgedeki krizler ve sorunlar yumağı daha da karmaşık ve çetrefilli hale gelmiştir.

Bu gelişmeler ve olaylar, Batı Asya bölgesinde belli kutuplaşma ve bölünmelere yol açmıştır. Bu siyasi ve askeri blokların oluşturulmasına Amerika, Siyonist Rejim ve Suudi Arabistan'ın doğrundan etkileri gözlemlenmektedir.

Mevcut durumda Suudi Arabistan kendini bölgesel gelişmelerin ekseni olarak gösterip sert ve saldırgan siyasetleri ile bölgede kaygı ve gerginliklere neden olmuştur. Zaten Yemen savaşı da aynı siyasetler çerçevesinde Yemen halkına dayatıldı.

Amerika'nın bölgeye yönelik müdahaleci girişimlerinin sebebi ise bölgesel müttefikleri ve ortaklarının rolünden yararlanıp kendi askeri gücünü bölgeye dikte etmek istemesidir. Amerika Başkanı Donald Trump bir yıl önce Haziran 2018'de Minnesota eyaletindeki konuşmasında şöyle bir açıklamada bulunmuştu: " Berbat kararlardan dolayı Ortadoğu'da 7 trilyon dolar harcayıp üstelik hiçbir sonuç da alamadık. "

Trump bu açıklamayı yapsa da kendisi de aynı hataya düştü. Trump, IŞİD terör örgütünün desteklenmesi ve de saldırgan rejimler vasıtası ile bölgede kaos ve çatışmalar çıkarmak sureti ile Amerika'yı yeni bir bataklığa sürükledi. Bu strateji esasında ise Suud Rejimi Trump'ın siyasetlerinin uygulayıcısı olarak bölgede savaş yanlısı bir aktör rolünü yerine getirmektedir.

Siyasi gözlemciler açısından Amerikan-Siyonist-Suudi ekseni direniş eksenine baskı uygulamak için yeni bir hazırlık içerisindedirler. Buna esasen Suudi Arabistan İran ile gerilimleri arttırmakla görevlendirilerek katmanlı bir strateji hayata geçirilmeye çalışılıyor. Bu strateji tam da Amerika ve Siyonist Rejim davranış modellerine uyumlu bir şekilde uygulanmaktadır.

Suudi Arabistan petrolünün İran petrolünün yerine geçmesi yönündeki çabalar veya Siyonist Rejimin bölge Arap ülkeleri ile ilişkilerinin normalleştirilmesi, ayrıca Siyonist Rejimin bölgedeki stratejik hedeflerinin gerçekleştirilmek istenmesi de bu strateji çerçevesinde ele alınabilir.

Amerikan-Siyonist-Suudi ekseninin İran'ı tecride sürükleme çabaları da Trump yönetiminin bölgesel stratejisinin önemli bir parçasıdır.

İran İslam Cumhuriyeti düşmanları İran'ı bölgede bir tehdit ve tehlike göstermek sureti ile yumuşak güçlerinden yararlanmak istiyorlar. Buna göre şer ekseninin bölgede ve bölge dışında her daim İran ve diğer ülkeler arasında çatlaklar ve ihtilaflar oluşturma meselesine odaklandığını söylemek mümkün. Zaten bu sinsi planlar bölgeye ve İran'a belli düzeyde bir güvensizlik dayatmaktadır. Ancak böyle bir ortamda güvenlik nasıl korunmalıdır?

Ulusal güvenlik kavramı birçok ülke için bağımsızlığın ve toprak bütünlüğünün korunması, milli yaşam tarzının korunması ve de yabancıların müdahalelerinin önlenmesi anlamına gelir. Buna esasen bir ülkenin milli güvenliği ilk etapta ülkeyi siyasi, kültürel değerler ve ekonomik refah açısından bağımsız kılmaktan geçer.

Tabii ülkelerin güvenliğe olan bakışları arasında da farklılıklar gözlemlenmektedir. Bu farklılık ve çeşitlilik o kadar artabilir ki kimi ülkelerin milli güvenlik tanımları arasında ortak noktalar bulmakta bile zorlanabiliriz. Bu yüzden kimi uzmanlara göre bu hususu ülkeler çapında ele almak gerekiyor. Ancak Hans Morgenthau gibi uzmanlar da bu görüşe karşı çıkmaktadırlar.

1980 yılında 76 yaşındayken hayata gözlerini yuman Hans Morgenthau Uluslararası İlişkiler alanında büyük kılavuz olarak tanınıyor. Morgenthau, hükümetlerin tüm iç ve dış çabalarının güç kazanmak çerçevesinde değerlendirilebileceğini söylüyor.

Bu yüzden geçmişten beri ne zaman güvenlik kavramı söz konusu olmuşsa askeri güçler ve askeri teçhizattan yararlanılması akla gelmiştir.

Buna rağmen geçen yüzyıllarda militarizm ve ekonomi ülkelerin iç ve dış güvenliklerinin sağlanmasında önemli bir rol oynasa da 21'inci yüzyılda bunlara kültürü de eklemek gerekiyor. Bu yüzden bir ülkenin gelecekteki milli gücünün bileşenlerini değerlendirmemiz gerekiyorsa bu üç değişkeni de göz önünde bulundurmak zorundayız.

Tabii son yıllarda bölgedeki gelişmelerin gidişatı ve de İran'ın Irak ve Suriye'de IŞİD ile mücadeledeki parlayışı Beyaz Saray'ın İran aleyhindeki sinsi ve karalama planlamalarını ciddi sorunlarla karşılaştırıp Amerika girişimlerinin işlevsiz olduğunu göstermiştir. Amerika tüm komploları ve sinsi planlarına rağmen İran'ın bölgesel etkinliğini ve nüfuzunu gölgeleyemedi. Bu yüzden Amerika da artık bölgesel siyasetlerinde revizyona gitmesi gerektiğini anlamış oldu. Bu değişimler, yeni bölgesel koalisyonlar kurma, Irak siyasi arenasına odaklanma ve bu ülkeye geri dönmesi ayrıca Suudi Arabistan'ı Irak'a yakınlaşmaya teşvik etmekti.

Buna rağmen mevcut belgeler ve kanıtlar Amerika'nın stratejilerinde hala pasif ve yetersiz kaldığı bölgedeki denklemleri değiştirmek için inisiyatifin elinde bulunmadığını söylemek mümkün. Bu sebepten dolayı Amerika İran'ın bölgenin geleceğindeki etkinliğini azaltmak için maksimum baskı uygulama çerçevesinde yeni potansiyel fırsatlar peşine düşmüştür. Ancak bu strateji de kesinlikle başarılı olmayacaktır.

İranlı siyasi analist Hamid-Reza  Asefi  İslam İnkılabının İkinci Adımı başlıklı bildirisine değinerek bu hususta şöyle bir değerlendirmede bulundu: "İran İslam Cumhuriyetinin son kırk yılına baktığımız zaman zor ve çetin zamanların geride bırakıldığını, genç kuşak ve kutsal savunma yıllarını görmeyen neslin nereden nereye geldiğimize bakmaları gerektiği zarureti ortaya çıkıyor. Avrupa'nın Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldığı, Varşova ve NATO anlaşmalarının bir yandan da Avrupa Birliğinin olduğu bir dönemde İran İslam Cumhuriyeti nefes almak için bile  çok zor koşullar yaşıyordu. Kimileri halihazırda durumumuz çok zor diye zannediyorlar. Ancak İran İslam Cumhuriyeti mevcut dönemde dış ilişkiler sahasında balayını yaşamaktadır. İran İslam Cumhuriyeti kurulduğunda milletvekillerini hiçbir ülkeye almıyorlardı. Onlar ile hiç ilişki kurulmuyordu. Bu yüzden İslam İnkılabı zaferinden kısa bir süre sonra başlayan savaş döneminde çok zor durumda kaldık. Ancak İslam Cumhuriyeti tüm zorluklara rağmen kendi ayakları üzerinde durup nahif bir fidandan sağlam ve tayyibe bir ağaca dönüştü. İşte bu bizim manifestomuz bizim gelecek yıllar için mesajımızdır. Bence bu bize dünyada nerede durduğumuzu ve gelecekte nerede duracağımızı anlamakta yardımcı olacaktır. "

Etiketler