Nisan 07, 2020 05:50 Europe/Istanbul

Hatırlanacağı üzere geçen sohbetimizde su krizinin dünya toplumunu, yaşanacak muhtemel savaşlarla tehdit ettiğini belirttik.

Su krizi ve kuraklık dünyanın bazı bölgelerinde durumun vahim boyutlara taşınmasına sebep olurken, bu durum ise gelecekte savaş ihtimalini yoğunlaştırıyor.

Bu konuyu birkaç programda ele alarak facianın boyutlarını daha derinden anlatmaya çalışacağız.

Uzaydan yer küreye bakan birisi, bu gezegeni, birçok kuyu ve kanatlar gibi yer altı, kar ve yağmur gibi atmosfer suları, deniz, ırmak ve okyanus gibi yer üst sularla dolu mavi bir top halinde görür.

Buna dayanarak okyanuslar yer üstündeki suların %97,2’si olan 1.320 milyon km. küp, doğal buzullar %1,7 oranı ile yaklaşık 25 milyon km. küp, yerlatı suları %0,9  olan 13 milyon km. küp, denizlerde, göller ve nehirlerde olan tatlı sular %0,02 oranla  250 bin km. küp ve atmosferde 0,001 oranı ile 13 bin km. küp su buharı, gezegenimizin toplam sularını oluşturuyor.  

Bu arada tatlı su ve insanın kullanabileceği sular - ki hepsi de içme suyu değildir- genelde ve çeşitli alanlarda kullanılması ile ilgili dünya ortalaması konusunda yayınlanan veriler, bu miktarın yaklaşık %69’unun tarım, %23’ünün endüstri ve sadece %8’inin evde kullanıldığını gösteriyor.

Diğer yandan dünyada su krizinin durumu ile ilgili araştırmalar, mevcut sular nedeni ile dünyanın mavi gezegen olarak bilinmesine rağmen suların %97’sinin denizler ve okyanuslarda ve yaklaşık %2'inin de buzullar olarak kutuplarda bulunduğunu gösterirken geriye kalan %1’in büyük bir bölümünün de yer altında olduğu ve hafriyat ile çıkarılmasının kolay olmadığı ve insanın imkanları dışında olduğunu gösteriyor.

Tabi ki bu duruma, iklim değişikliği ve yer kürenin ısınma sürecini de eklemeyi unutmamak gerekir; zira anormal buharlaşma ise su krizini daha da yoğunlaştırır.

Hali hazırdaki veriler, Kanada, Çin, Kolombiya, Peru, Rusya, Brezilya, Amerika, Endonezya ve Hindistan’ın dünyadaki tatlı suların %60’ına sahip olduğunu gösterirken buna karşılık, aralarında Kuveyt, Bahreyn, Malta, Birleşik Arap Emirlikleri, Singapur, Ürdün ve Libya gibi 80 ülke ise az suya sahipler ve bazıları hatta normal düzeyde tatlı suya ulaşma imkanları yok ve içme sularını da ithal ediyorlar.

Bu şartlarda nüfus artışı ile birlikte küresel ısınma şartları, kaynaklara ulaşma zorluklarını da yoğunlaştırmıştır, tabi ki hiç biri su kadar önemli değildir. İklimsel değişiklikler, tatlı suya ulaşmayı önemli oranda etkilerken dünyada tatlı su krizine sebep olmuştur ve bunun etkileri ise kuru ve yarı kuru bölgeler, örneğin Batı Asya ve kuzey Afrika’da daha fazla hissedilmesini sağlamıştır.

Doğal olarak iklim açısından böyle değişken bir bölgede, ortak su kaynaklarına ulaşma konusunu gittikçe daha da yoğunlaşan yeni bir gerginlik kaynağına dönüştürüyor. Üstelik bu konuda çözümün, işbirliği mi yoksa gerginlik olması ise muhtemelen iklimsel değişikliklere bağlı olacaktır.

Su kaynaklarının az olması daha yaygın bir sorundur ve Nil, Irak ve Yemen gibi bölgelerde ise daha çok göze çarpıyor. Kuraklığı veya kıtlığı daha yeni tecrübe eden Sudan ve Somali gibi ülkeler de iç veya dış çatışmalarla uğraşıyorlar.

Fakat su kaynakları ile ilgili yeni çatışmalara gebe olan bölgelerden biri Ürdün nehri alanıdır. Öyle ki kişi başına düşen en düşük su  oranı bu bölgeye aittir ve buna ilaveten de, Suriye, Siyonist rejim, Filistin, Lübnan ve Ürdün gibi tarihi savaşları olan ülkelere su ulaştırıyor.

20. yüzyılla kadar Ürdün nehri havzasında önemli oranda su vardı. Nüfus artışına rağmen sulama sistemleri ve kanalları suya erişimi kolaylaştırıyor ve karşılıklı anlaşmalar ise şiddetin yaşanmasını engelliyordu. Fakat günümüzde bölgede yaşanan istikrarsızlık ve su kaynaklarının azalması ile bu düzen bozuldu ve bu husus yeni bir çatışmayı tetikleyebilir.

Tabi ki Ürdün nehri havzası üzerinde daha önce de gerginlik yaşandı. 1967 yılında 6 günlük savaş başlayınca dönemin siyonist rejim savaş bakanı Ariel Şaron şöyle konuştu: Altı günlük savaş başladı …israil’in Ürdün nehri su akışını değiştirmeye karşı girişimde bulunmak istediği zaman.

1960’lı yıllardan itibaren su konusunda bazı münakaşalar ve çatışmalar yaşanmıştır. Su konusunda yaşanan gerginlikler ve çatışmalar konusunda bilgi toplayan Global Veri Tabanı’nın aktardığına göre şimdiye kadar su konusunda 92 şiddet olayı yaşanmıştır. Fakat su konusunda yaşanan gerginlikler, petrol gibi diğer doğal kaynaklardan daha az değildir.   

Batı Asya’da suyun durumu çok açıktır: yerli halktan yapılan saha araştırmaları, ahalinin çoğunun suyun çok hızlıca kullanıldığının farkında olduğunu gösteriyor. Örneğin Türkiye’nin durumuna bakalım. Fırat ve Dicle nehirleri, Mezopotamya’yı verimli hale getiren antik verimi hilalin bir parçası olduğu biliniyor. Arkeoloji bulguları, nehir sularının suni yönetim mazisinin antik çağlara dayandığını gösteriyor. Her iki nehrin kaynağı, Türkiye’nin Anadolu bölgesinde bulunur, nehirler Türkiye’den Irak ve Suriye’ye doğru akıyor.

Türkiye, Dicle ve Fırat'ın kaynağı olmak gibi coğrafi üstünlüğünü ve su yönetim projelerini kullanmakla bu konuyu bölgede kendi çıkarları için bir baskı aracı olarak kullanıyor.

Anadolu’da Keban barajı 1966 yılında başladı ve 1974’te sona erdi. Bu proje Türkiye’de Güney Anadolu Projesi-GAP’ın bir parçasıdır. Bu proje sudan elektrik üretmek için araştırma ve planlamanın fiziksel ana hatlarıdır.

Kağıt üzerinde bu plan bir çok iş sahası açarken bölgede sağlık ve eğitim hizmetlerinin yanısıra altyapı programları ile bölgeye büyük faydaları ve katkıları olacaktır. Fakat bir çok yerli ve yabancı çevreci gruplar ve araştırmacılar projenin bazı bölümleri ve özellikle de Ilısu barajına muhalefet ediyorlar. zira muhtemel sellerin yaşanması, bir çok önemli ve tarihi eserlerin tahrip edilerek yok olmasına ve ahaliye tazminat ödenmeden göçlerine sebep olabilir. Zira Hasankeyf gibi bölgeler giderek barajın suları altında kalacaktır. Tabi bu arada proje muhalifleri GAP’ın bölgede yaşayan kürtlerin hüviyetinin yok olmasına sebep olacağını da belirtiyorlar.

Harezmi üniversitesi jeopolitik hocası Morad Kaviyani Rad’a göre güney batı Asya’nın üst kesiminde bulunan Türkiye‘nin doğu dağları, Dicle ve Fırat’ın suyunu karşılıyor.  Türkiye'de ihtiyaç fazlası su mevcuttur ve Türkiye Irak ve Suriye'nin sularını temin eden ülke olduğu için, Irak ve Suriye yoğun bir şekilde Türkiye’ye bağlıdırlar.

Kaviyani Rad sözlerinin devamında küresel iklim değişikliklerine değinerek şöyle devam ediyor: son 20 yılda küresel ısınmaya şahit olduk, bu ısınma süreci bizim bölgede buharlaşmanın artışı ile kendini gösteriyor, sadece bir bölgede Irak’ın güneyine giden suların azalmasına ve sonuçta Irak’ın güneyinde sulaklara akan suların azalmasına ve dolayısı ile bölgede bitki, hayvan ve hatta insan yaşamının yok olmasına, İran’a doğru da toz bulutlarının artmasına şahit oluyoruz.

Harezmi üniversitesi akademisyeni Saddam’ın ardından Irak’ta yaşanan gelişmeler ve sosyal şartlara işaretle, ıraklı yetkililerin o dönemden itibaren ülkenin çeşitli alanlarında işleri rayına koymaya çalıştıklarını belirterek, IŞİD’in yok edilmesi ardından durumun iyileştiğini, yetkililerin ise başta su olmak üzere çeşitli alanlarda kalkınma projelerini gerçekleştirmeye çalıştığını belirtiyor. Tabi ki Suriye de Irak’ta siyasi durumun iyileşmesi ile birlikte daha iyi bir duruma gelecektir.

Kaviyani Rad şöyle devam ediyor:

Halihazırda Irak suyunun büyük bir bölümü Türkiye’den ve sadece %10’u İran’dan temin ediliyor fakat Irak’ın daha fazla su için Türkiye ve İran’a yönelik tutumu, saldırgandır. Halbuki son 15 yılda İran’da 25 il ve özellikle de batı illeri, Irak’tan kaynaklanan yoğun toz bulutlarına maruz kaldı. Toz bulutları ise gereksiz tatiller, kent içi ulaşım sisteminin düşük performansı ve her şeyden daha önemlisi ise vatandaşların sağlıklarının kötüleşmesi ve tehlikeye girmesi ve yoğun masraflara sebep olmaktadır.

Böylece mevcut süreci durdurabilecek önleyici bir tutum sergilemeden Batı Asya ülkelerinin su konusunda sürdürülebilirliğe ulaşmasının zor göründüğü söylenebilir. Dünya nüfusunun 2050’de 9 milyara ulaşacağı tahmin edildiğine göre su krizleri ve gerginliklerinin artacağı da kaçınılmaz görünüyor, üstelik Batı Asya’nın daha çok yara alacağı görünüyor.

Maalesef eksikliklerin artması ve dehşet veren tahminlerin yapılması ise yönetimlerin, milli güvenliğin önceliği olarak su konusunu dikkate alarak onu bir siyasi ve ekonomik baskı aracı olarak göz önünde tutmalarına sebep olmuştur, fakat bu konu durumu daha da vahimleştiriyor.

Hiç şüphesiz bu bölgede su da tıpkı petrol gibi siyasetten ayrı olamayacaktır.