Haziran 23, 2020 06:51 Europe/Istanbul

Bu programımızın ilk bölümünde Dolar'ın Amerika'nın neo-liberal yapısındaki konumunu ele alacağız.

Amerika bölgede ve dünyada kendi sultacı siyasetlerini ilerletmek için milli para birimi doları bile siyasi, güvenlik ve ekonomik bir baskı aracı olarak diğer ülkelere karşı kullanmaktadır. Bu tutum ise diğer ülkelerin tepkilerine neden olmuştur. 

Amerika dış siyasetinin Soğuk Savaş sonrası dönemde incelenmesi  bu süreçte monoton ve değişmez siyasetlerin söz konusu olduğunu gösteriyor. Amerika ve Sovyetler Birliği rekabeti aracılığı ile patlak veren Soğuk Savaş konularının en önemlileri stratejik caydırıcılık ve sızmaya karşı durma siyasetleri etrafında olmuştur. Ancak Soğuk Savaşın ardından uluslararası düzende yeni bir dönem başlamış oldu. Bu dönem, bölgesel ve küresel rekabetleri ve çatışmaları da ciddi derecede etkiledi. 

Soğuk Savaş sonrası Amerika küresel tek yanlılık siyasetleri doğrultusunda kendi bakışı açısından doğru olan yeni küresel düzeni dolar hegemonyası gibi araçlardan yararlanarak kurmak istedi. Çoğu ülkeler de böyle bir modele karşı çıkıp uluslararası çok taraflılığa vurgu yapmaktadırlar. 

Siyasi teorisyen James N. Rosenau Soğuk Savaş ardından yeni küresel düzen ile ilgili şöyle dedi: " Bizim dönemde tüm dünyada, iktidar kaynakları geleneksel meşruiyet, işlevsellik ve verimlilik bileşenlerinden uzaklaşmıştır. Başka bir ifade ile dünyadaki iktidar merkezlerinin değişmesi kaos kaynağı olmuştur. Şimdi de Soğuk Savaş kalıntıları arasında yeni bir düzen şekillenmektedir. Bu düzenin,  git gide, kademeli olarak kenarlardan tam merkeze yerleşmek istediğine dikkat edilmelidir.   

Amerika'nın Soğuk Savaş sonrası küresel düzenin yönetilmesi için belirlediği ilk temel ise sözde Amerika değerlerinin yayılmasıdır. Amerikalıların iddia ettiği değerler  siyasi boyutta yani Batı Demokrasisinde, ekonomik boyutta yani serbest piyasada ve askeri boyutta, rakiplerin sızmasının seddi ve stratejik üstünlük alanlarındadır. 

Baba Bush ise Amerika'nın demokrasi ve insan haklarına ortak bağımlılık duyan ülkelerin ortak çıkarlarını güçlendirmek istediğini belirtmişti. Baba George Bush  Temmuz 1991'de  Kongre'de yaptığı konuşmada  Soğuk Savaş ardından Amerika dış siyasetinde önerilen stratejilerden biri olarak " yalnızlaşma siyasetini"  reddederek şöyle demişti: " Biz, Amerika Birleşik Devletleri olarak Batı'nın lideri olup soğuk savaşın ardından da dünya liderine dönüşmüşüz. "

Böyle bir yaklaşım çerçevesinde Amerika'nın dünyadaki çıkarları mutlak olarak sayılmış ve diğer ülkelerin çıkarları da bağımsız bir küresel birim olarak görülmemiştir. Bu yüzden Amerika dünyanın her hangi bir noktasında, her hangi bir aktörün Amerika'yı göz ardı etmesinde Washington'un kaba güce baş vurma hakkına sahip olduğunu kesin olarak görüyor. Aslında bu husus, Amerika'nın ister Donald Trump başkanlığı döneminde ister diğer dönemlerde dünyanın farklı noktalarındaki dış siyaseti çerçevesindeki müdahaleci siyasetlerini göstermektedir. 

Uzmanlar ise 1991 yılında Çöl Fırtınası operasyonunun, Kuveyt'in petrol kuyularının Irak'tan geri alınması ardından Baba Bush'un yeni küresel düzen fikrini ekonomik ve siyasi eksenler üzerinde inşa ettiğini düşünüyor. Aslında bu yeni küresel düzenin demokratikleşme doğrultusundaki siyasi temeli  dünya ülkelerinin Amerika'nın istediği ve göz önünde bulundurduğu hedeflere doğru hareket etmesiydi. Ekonomik sabitlenme ve yapısal dengelenme adı ile bilinen ekonomik temel ise ülkelerin küresel işlemler ve ilişkilerde doların güçlenmesine yol açacak şekilde ekonomik reformlar yapmasıydı. 

Amerika'nın küresel düzenin yönetimi için belirlediği bu yöntem, aslında diğer ülkelere müdahalelerin doruğa ulaşması sonucunu doğurdu. 1991 yılında Irak'a yapılan saldırı, Amerika'nın 2006 yılında Somali'ye müdahalesi, Afganistan'ın 2001 yılında işgali ve Irak'ın 2003 yılında işgali Amerika'nın bu yeni küresel düzen doğrultusunda yaptığı müdahaleci girişimlerindendi. Bu müdahaleler, insancıl ve ön savunma bahaneleri ile yapıldı. 

Baba George Bush  " Liderlik ve Katılım Stratejisi" belgesinde Amerika hedeflerini şöyle sıralamaktadır: " Amerika ve vatandaşlarının terör eylemleri karşısında korunması ve kolektif anlaşmalar ve süreçlerin güçlendirilmesi ve pekiştirilmesi. Krizlerin önlenmesi yönünde çaba gösterilmesi ve bölgesel istikrarsızlık kaynaklarının azaltılması ve kolektif silahların yayılmasının kısıtlanması." 

Amerika dış siyasetindeki ilgi çekici nokta ise hem demokratlar hem cumhuriyetçilerin Amerika'nın küresel konularda müdahale aracılığı ile liderlik yapması hususunda ortak görüş bazında görüşmeleridir. Amerika'nın dönem başkanı Bill Clinton ise şöyle düşünüyordu: "Biz en büyük küresel güç olarak küresel sorumluluklar ve çıkarlara sahibiz. " 

Clinton Amerika'nın küresel liderliğine vurgu yaparak tecrit dönemine geri dönmeyi de tamamen reddetmektedir.       

1990'lı yıllarda Amerika'nın ortakları ile yeni küresel düzeni kurma yönünde iş birliği, Amerika'nın tek yanlı siyasetlerine yönelik olumsuz tepkilerin azaltılması doğrultusunda idi. Amerika'nın istediği yeni küresel düzen özelliklerinden biri de küresel sorumlulukların dağılımının yapılması için kolektif güvenlik sistemine dayanması idi.          

Amerika kendi masrafları ve yükümlülüklerini azaltmak için diğer küresel aktörleri de önemli küresel mevzularla uğraştırmak istiyordu.Örneğin 1993 yılında Amerika başkanlık koltuğuna oturan Clinton Amerika'nın güvenliğinin temini için askeri güçlerin savaş vermeleri, ekonominin yeniden yaşatılması ve Amerika dışında demokrasinin  sözde ilerletilmesine ihtiyaç duyulduğunu belirtmişti. Onun açısından serbest piyasaya dayalı ekonomiye ve demokratik yapıya sahip ülkeler güvenliğe daha fazla düşkün olup bu yüzden de bu alanda Amerika ile geniş çaplı iş birlikleri yapmaya hazır olduklarını düşünüyordu. Böylesi ülkelerin Amerika'nın dolar hegemonyası gibi çıkarlarını tehdit etmeyip bir yandan da güvenlik tehditleri ile mücadele etmek için Amerika ile işbirliği yapacaklarını belirtmişti.            

Soğuk Savaş sonrası ise Amerika tek taraflı yaklaşımı çerçevesinde defalarca Birleşmiş Milletler Teşkilatı anlaşmasını ve uluslararası hukuku ihlal etmiştir. Amerika'nın kabul edilmiş uluslararası süreçlere yönelik bakışı uluslararası kurallara ve BMT anlaşmasına göre değil ülkelerin çıkarlarına esasen tanımlanmıştır. Örneğin Kuveyt'in Irak tarafından 1991 yılında işgal edilmesi sırasında Amerika Kongresi oğul Bush'a Birleşmiş Milletler Teşkilatı Güvenlik Konseyi denetimi altında Saddam'a karşılık vermesine müsaade etti. Amerika da Kuveyt petrol kuyularına gözlerini diktiği için Irak'a musallat olma sürecini hemen başlattı. 

Tüm bunlara rağmen 1994 yılında yaşanan Ruanda krizinde de BM Güvenlik Konseyi'nin kararına göre Amerika yaklaşık 2 bin kadar askeri gücü bu ülkede iki çatışma tarafları olan kabilenin katliamları ve şiddet eylemlerini önlemek için göndermeli idi. Ancak Amerika ilk başta bu hususa onay verdiği halde daha sonra dönem başkanı Clinton, Ruanda halkının kendilerinin bu sorunu çözeceği kanısına vardı. Gerçekte Ruanda, Kuveyt'in aksine Amerika için stratejik çıkarlar içermediği için Amerika  tarafından göz ardı edildi. Bu yüzden Amerika BMT Güvenlik Konseyi isteğine rağmen Ruanda'ya asker göndermedi. Bunun sonucu da iltica, şiddet ve 75 bin kadar insanın katliamı oldu. 

Soğuk Savaşın ardından Amerika kendi emperyalist siyasetlerini izlemek için NATO gibi bölgesel örgütleri de araç olarak kullandı. NATO'nun Doğu'ya doğru genişlemesi ve yayılması, 1992 ila 1995 yılları arasında süren Bosna savaşına katılımı da Amerika'nın bölgesel kuruluşlar ve örgütleri yeni küresel düzen stratejisinin hayata geçirilmesi doğrultusunda araçsal kullanımının açık bir örneğidir. Genel olarak Soğuk Savaşın sona ermesi ile Amerika da küresel hegemonya peşinde olmuştur. Bu doğrultuda Amerika hiçbir başka ülkenin ona karşı siyasi, ekonomik ve ideolojik üstünlük kurmasına tahammül edemiyor. Bu yüzden Amerika açısından, küresel konumu korumak için, Washington, iş birliğinden savaşa dek, yaptırımlardan terörizmi araç olarak kullanmaya dek her türlü araca baş vurmaktadır. 

Bu süreçte İkinci Dünya Savaşı ardından dünyada kurulan dolar hegemonyasının güçlendirilmesi ve perçinlenmesi de Amerika için özel bir öneme sahip. İkinci Dünya Savaşının bitmesi ile Amerikan stratejistleri küresel değişimler ve evrimlerin farklı düzeylerini ve Amerika'nın hegemon güce dönüşme imkanlarını incelemiş ve dolar ekseninde diğer ülkeler üzerinde parasal hegemonya kurulmasını da onaylamışlardır. Aslında dolar hegemonyası ülkelerin bağımsızlığını zayıflatarak azami nüfuz ve sızma imkanını da Washington için sağlamaktadır.