Ekim 26, 2020 10:54 Europe/Istanbul

Öz İslam'ın  öğretilerine göre   Müslümanlara karşı savaşmayan ve tacizde bulunmayan veya savaştan el çeken gayrı Müslimler  de İslami devlet bayrağı altında yaşayabilirler.

Sohbetimizin devamında ise Ehli Kitap'tan olmayan  azınlıkların İslami topraklardaki  vatandaşlıkları ve uyrukları ile ilgili konuşacağız. 

Geçen sohbetlerimizde İslam hukukunda kabul edilen azınlıklar arasında sırf Ehli Kitap mensuplarının olmadığını, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen her gayrı Müslimin de  İslami ülkenin vatandaşı olabileceğini ve İslami topraklarda yaşayabileceğini anlattık.   Şimdi de  Ehli Kitaptan olmayan azınlıkların vatandaşlık hakları ile ilgili konuşacağız. 

Geçen bölümlerde de işaret ettiğimiz gibi  öz İslam'ın  üstünlüklerinden biri de  fitneciler ve tacizcilere karşı mücadele ve cihat etmeye paralel olarak  barış ve uzlaşmaya çağrı yapmasıdır.  Buna esasen İslami ümmet, ılımlı bir ümmet olarak bilinir. Öyle bir ümmet ki insani hayat hakkını savunur ve  buna esasen de ne sürekli  savaşa ne de sürekli barışa çağrı yapar. Zaten cihada çağırdığında da bunu savunma ve fitneler ve insanlığın hidayet engellerini kaldırma amacı ile yapar.  Kuran-ı Kerim'in birçok ayetinde ise  insanlar  uzlaşmaya çağrılmışlardır. Bu ayetlerde hep barışa vurgu yapılmıştır. 

 

Bu çerçevede Allahu Teala Bakara suresinin 208'inci ayetinde şöyle buyuruyor:" «یا أَیُّهَا الَّذینَ آمَنُوا ادْخُلُوا فِی السِّلْمِ کَافَّةً»  "﴾208﴿ Ey iman edenler! Hep birden barışa girin..."  

Şia alimi, düşünürü ve filozofu Ayetullah Mutahhari ise  bu  ayet hakkında şöyle diyor:"  Genel olarak İslam, barışa önem verir. Barışın ise zillet, zorbalığa boyun eğme ve teslimiyet anlamında olmadığına dikkat edilmelidir."  

Allame Tababatai ise  büyük bir Şia alimi olarak  bu hususta şöyle diyor:"  Selm kelimesinden kastedilen  ilahi emirler karşısında teslim olmaktır. Yani  Allah'a iman ettikten sonra   Müslümanlar din hususunda başına buyruk davranmamalı ve dini işleri Allah ve Resulüne devretmeliler. " 

İslam'ın  barışa vurgusu öyledir ki   İnfal suresinin  61'inci ayetine göre   Müslümanlar ile savaşmakta olan grup barışa yönelirlerse  Müslümanlar da mecburen savaşı durdurmalı ve barışa uymalıdır.  Bu çerçevede Allahu Teala İnfal suresinin  61'inci ayetinde şöyle buyurmuşlardır:"  «وَ إِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَها وَ تَوَکَّلْ عَلَی اللّهِ»"﴾61﴿ Eğer barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven; O her şeyi işitendir ve bilendir."

Ayrıca  Nisa suresinin  90'ıncı ayetinde de  şöyle buyrulmuştur:" «فَإِنِ اعْتَزَلُوکُمْ فَلَمْ یُقاتِلُوکُمْ وَ أَلْقَوْا إِلَیْکُمُ السَّلَمَ فَما جَعَلَ اللّهُ لَکُمْ عَلَیْهِمْ سَبیلاً»،  "Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse Allah size, onların aleyhine bir yola girme hakkı vermemiştir."  

Bu ayette  açık bir dille İslam ile düşmanlıktan el çekenler ile  barışa yanaşılmasına ve savaşın bırakılmasına vurgu yapılmıştır.   Bu çerçevede cihada çağıran  Nisa Suresinin 89'uncu ayeti de dikkat çekmektedir: "«فَخُذُوهُمْ وَ اقْتُلُوهُمْ حَیْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ» " Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün;"    

Böylece  iki grupla savaşmaktan el çekilmelidir. İlk olarak  sizinle anlaşma yapanlar ve sizinle anlaşma yapanlar ile  irtibatta bulunanlar ile.  Bu çerçevede Nisa suresinin  90'ıncı ayetinde şöyle buyrulmuştur: "«إِلاَّ الَّذینَ یَصِلُونَ إِلی‏ قَوْمٍ بَیْنَکُمْ وَ بَیْنَهُمْ میثاقٌ»"  

90﴿ Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumla ilişki içinde olanlar ... "      İkincisi de  ne Müslümanlar ile mücadele edecek güce sahip olan ve ne kendi aşiretleri ve gruplarına karşı mücadele edebilenler.

Bu husustta ise yine aynı ayetinde devamında şöyle buyrulmaktadır:" «أَوْ جاؤُکُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ أَنْ یُقاتِلُوکُمْ أَوْ یُقاتِلُوا قَوْمَهُمْ»

"....yahut sizinle de kendi kavimleri ile de savaşmayı içlerine sindiremeyip size sığınanlar müstesna...."

Bu yüzden bu iki durumda cihat farz sayılmıyor ve caiz değildir. Tam tersi barış talebi söz konusu ise Müslümanlar da bunu kabul etmelidir.     

Bu ayetlerden ve benzer ayetlerden yola çıkarak barışın kabul edilmesinin Müslümanlar için farz kılındığı söylenebilir.   Böylece  İslam'ın  gayrı Müslim milletlerin  siyasi olarak kenara çekilmesi, onların siyasi tartışmalara karışmaması ve  de  onların askeri  tarafsızlığına karşı çıkmadığı bu çerçevede ilişkilerin kurulmasına da müsaade ettiği söylenebilir.  

İmam Ali as ise Malik Eşter'e mektubunda barış ile ilgili şöyle yazmıştır:"    Düşmanının çağırdığı barışı hiçbir şekilde  reddetmeyin. Çünkü Allah rızası bundadır.  Çünkü askerlerinin barış içerisinde huzurda olması senin hüküm sürdüğün toprakların güvenlik meselesi sayılır. "  

İşte bu hadis çerçevesinde  barışın reddedilmesi kesin bir dille nefyedilmiştir.   Bu da  İslam'ın insanlar arasında barışa ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Buna ilaveten  askerlerin huzuruna ve hüküm sürülen topraklardaki güvenliğe yapılan vurgu  da bu barışın sürekli olması zaruretini gösteriyor.  Çünkü  toplumun yönetilmesi için hep huzur ve güvenliğe ihtiyaç vardır.  Bu yüzden İslam açısından  barış büyük öneme sahip olup   komplo ve hilenin olmamasının şartı ile her grup ve kesim tarafından kabul edilmelidir.  

Burada  Ehli Kitap'tan olmayanların İslami topraklarda bulunduğu örneklere de işaret edip Ehli Beyt imamlarının onlara karşı tavırlarını de anlatmaya çalışacağız sizlere. İlk olarak  Mısır topraklarında güneşe ve aya tapan ve diğer müşriklerin bulunmasına işaret edeceğiz. 

Bir rivayete göre İmam Ali as Muhammed bin Ebi Bekir'i  yönetici ve vali olarak Mısır'a gönderir.  Muhammed ise Ali as'a mektup yazıp  Hristiyan bir kadınla zina yapan Müslüman erkeğin cezasını ve de güneşe, aya ve diğer şeylere tapan müşriklerin  ve de aralarında İslam'dan dönenlerin bulunduğu grupların cezalarını sorar. İmam Ali as ise  atadığı valiye şöyle yazar:"  Zina yapan Müslüman'ı belirlenen hadler çerçevesinde cezalandır ve Hristiyan kadını da  Hristiyanlara bırak da onlar kendi dinlerine göre onu yargılasınlar.    " 

İmam Ali as'ın  güneşe, aya ve diğerlerine tapanlar için ölüm ve idam hükmü belirlemedikleri aşikardır. Böylece bu tür azınlıklar da kendi inançlarını devam ettirebilirler. 

Ehli Kitap'ın İslami topraklardaki varlığının geçerli olduğunu gösteren bir başka kanıt da  müşriklerin  Masum Ehlibeyt imamları ile yaptıkları tartışmalar idi.  Bu arada İbni Ebi El Avca ve İbni Mukaffa tartışmalarına işaret etmek mümkün. İmam Sadık as çağında yaşayan bu iki usta bilim adamı   din ve Allah'ı inkar edip  tartışmalar düzenliyorlardı.  

Üçüncü kanıt ise Yahudilere, Hristiyanlara ve müşriklere nasıl selam verilmesi ile ilgili rivayetlerdir.   Buna esasen  Semmaa İmam Sadık as'dan şöyle sorduğunu naklediyor:"  Yahudi, Hristiyan veya müşrik biri  oturan bir Müslüman'a selam verdiğinde  Müslüman nasıl cevap vermeli? "  İmam Sadık as' ise " aleyküm diye cevap verebilir " şeklinde bu soruyu yanıtladılar. 

Rivayete dayalı kanıtlara ilaveten müşriklerin Müslüman olmak veya ölüm arasında bir seçim yapma hakkına da sahip oldukları söyleniyor.  Bu rivayetlerden birinde ise Mecusiler hakkında konuşulmaktadır. Günlerden bir gün İmam Sadık as'dan  Mecusilerin peygamberlerinin olup olmadığı soruldu.  

İmam Sadık as ise şöyle buyurdu:"  Evet. Acaba Allah Resulünün Mekke ahalisine yazdığı mektup hakkında bilginiz yok mu. Orada Allah Resulü şöyle buyurmuşlardı:"  Müslüman olun yoksa sizinle savaşacağız. " Onlar ise bizden cizye al ve bizi putlarımıza tapmakta serbest bırak " demişlerdi.   Ancak Hz. Muhammed  Ehli Kitap'tan başkasından cizye almam" diye buyurdu. Onlar yine Hz. Muhammed'i yalanlamak amacı ile "Ehli Kitap'tan cizye almıyorsun diyorsun ama  Mecusilerden cizye alıyorsun." diye yazdılar. Allah Resulü ise Mecusilerin peygambere sahip olduklarını, onu öldürdüklerini ve kitabını da yaktıklarını yazdı.   Onların peygamberinin kitabı ineğin derisi üzerinde 12 bin yapraklı olarak yazılmıştı. Bu yüzden onlar da Ehli Kitap'tan sayılır. 

Bu hadîsin metnine odaklandığımızda  Allah Resulü'nün  Mekke müşriklerine Müslüman olmak, barışmak, savaşmak ve ölmek arasında seçim yapmakta serbest bıraktığı gerçeği ortaya çıkıyor.   Tabii bu riyaveti açıklamak için bir kaç önemli noktaya de değinmek lazım. İlk olarak   müşriklerin Mekke'den atılmaları için  belli nedenin olmasıdır. Bu neden ise muhtemelen Tövbe suresinin 28'inci ayetinde(«یا أَیُّهَا الَّذینَ آمَنُوا إِنَّمَا الْمُشْرِکُونَ نَجَسٌ فَلا یَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرام») anlatılmıştır.  

İkincisi ise  bu hükmün sırf Arap müşriklere has olduğunu anlatan rivayetlerin olmasıdır.  Örneğin İmam Ali as bu hususta şöyle buyurur:"   Arap müşriklerinden cizye kabul edilmez. Müslüman olmazlarsa ölürler.  "

Üçüncüsü ise  müşrikler anlaşmalarını ayaklar altına almazsa, saldırganlık ve tacizde bulunmazlarsa cizyeden vaz geçilir. Ancak Mekke müşrikleri  hem anlaşmaları ayakları altına almış hem Müslümanlara düşmanlık yapmışlardı. 

Böylece rivayetlerin bir araya getirilmesi ile   Ehli Kitap'tan olmayan azınlıkların ve grupların da İslami topraklarda bulunabilecekleri anlaşılıyor. Bu çerçevede bu kesimlere inançları yüzünden saldırılmamalıdır. Buna ilaveten aynı rivayetlere göre  Ehli Kitap'tan olmayan kesimlerin vatandaşlık haklarının alınması için de bir neden yoktur. Bu çerçevede bu kesim de verilen aman koşulları altında varlıklarını İslami toplumda sürdürebilirler.