Mayıs 28, 2016 17:38 Europe/Istanbul

Geçen bölümde Resulullah'ın –saa- tevhide davet ve şirk içerikli görüşleri nefy etmeye dayalı inanç siyersini konuştuk.

Ayrıca Allah'ın Yegane oluşu ve tevhid ile çelişen tüm düşüncelerin Kur'an Kerim kültüründe şirk sayıldığını ifade ettik. Üstelik Resulullah –saa- siyersinde, Allah'a davetin tüm bilgin insanların da reddettiği gibi körü körüne değil, basiret ve bilinç üzerinde olduğunu belirttik. Ardından tevhidin bireysel ve sosyal etkilerini işleyerek, sonuçta tevhidin pratik ve teorik boyutlarını inceledik.

Bu programda ise kaynağı tevhide inanış olan nübüvvet temel konusunu ele almak istiyoruz. Başka bir ifade ile Allah'a derin ve köklü bir şekilde inananlar hiç şüphesiz nebilerin risaleti ve vahiyin asaletine kesinlikle inanırlar. Onlar Allah'ın tüm peygamberleri, ilahi vahiy kelamını ve mesajını insanlara iletmek için görevlendirdiğinden kesinlikle eminler.

 

Hiç şüphesiz toplumda bir değişiklik oluşturmak isteyen her lider, en başta kendi vücudunda ve derinliklerinde değişim yaşaması gerekir. Yüce Allah Resulullah'ın melekuti vahiye bağlığını göstermek için Araf suresinin bir bölümünde şöyle buyuruyor: De ki: “Ben ancak Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım. Bu (Kur’an âyetleri), Rabbinizden gelen basiretlerdir (Gönül gözlerini aydınlatan nurlardır).

 

Bir çok insanın zihnini meşgul eden bir soru var: İlahi peygamberleri görevlendirme hedefi nedir?

Aslında insanlar maddi ve fiziki hayatlarının yanı sıra, manevi ve insani bir hayatları da var ve eğer insan bu hayata yönelirse, toplumda güvenlik, dostluk, adalet ve barış tamamen sağlanır. İslam öncesi cahiliye döneminde, kanlı savaşlar, cehalet ve bilinçsizlik, yoksulluk ve felaket, şirk ve putperestlik, toplumun her yerinde açıkça göze çarparken, insani yaşamdan hiçbir belirti yoktu.

Resulullah –saa- böyle bir ortamda toplumda ahlaki ve insani yaşamı canlandırmaya çalıştı, böylece görüşlerdeki değişiklikle toplumda köklü değişiklikler oluşturdu, maddiyat bataklığında saplananları kurtardı ve toplumun cansız vücuduna yeniden hayat verdi. Kur'an Kerim bu bağlamda Enfal suresinin 24. ayetinde şöyle buyuruyor: Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.

 

Resulullah'ın toplumun tekrar canlanması için attığı bir diğer adım, nefsî tezkîye ya da nefîs terbiyesidir. Zira insanların ruhları şirk, küfür ve nifak paslarından temizlendiği, çirkinlikler, ahlaki ve insani çöküşlerin yok olduğu zaman, toplumda gelişme ortamı oluşur. Böyle bir gelişme sağlayan hareket, İslami kültürde tezkîye denilir.

Fakat bu gelişmenin devam etmesi için inasnların derin bilinç sahibi olmaları gerekir, böylece bu sayede insani ve ahlaki Yüce değer ve manevi hayatın kıymetini bilerek bir kez daha çöküş bataklığına saplanmazlar. Kur'an Kerim Resulullah'ın –saa- siyersini çizme bağlamında Al-î İmran suresinin 164. ayetinde şöyle buyuruyor: Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

 

Hz. Muhammed –saa- Allah'ın emri ile izlediği yolunun, önceki peygamberlerin yolu olduğu ve amaçladıkları hedeflerin onların da hedefi olduğunu göstermek için zemavi kitapları ve onların risaletini onaylarken, kendini izleyenlere eski peygamberlere ve nazil olan kitaplarına iman etmelerini ve aralarında fark gözetmemelerini istiyor.

Aslında bu konu, yani Müslümanların Hz. İbrahim, Hz. Musa ve İsa –as- gibi eski ilahi peygamberleri hiçbir taassup ve ayırım gözetmeden kabul etmesi, onların seçkin ve kendilerine has özellikleridir; her ne kadar Tevrat ve İncil'de tahrifler yaşandıysa da hiçbir zaman kutsal Peygamberlere saygısızlık yapılmamıştır.

Böyle bir görüş, Yahudilik veya Hıristiyanlık gibi diğer ilahi dinlere inananlar arasında rastlanmazken, Müslümanlar tarih boyunca diğer dinlerden kendi peygamberlerinin kutsallığına ve Kur'an Kerim'e saygısızlıklara şahit olmuşlardır.

İlginç olan ise Yüce Allah Al-'ı İmran suresinin 81. ayetinde " Hani, Allah peygamberlerden, “Andolsun, size vereceğim her kitap ve hikmetten sonra, elinizdekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz” diye söz almış ve, “Bunu kabul ettiniz mi; verdiğim bu ağır görevi üstlendiniz mi?” demişti. Onlar, “Kabul ettik” demişlerdi." diye buyuruyor.

 

Tüm ilahi dinlere inananlar ve insanlık toplumunu bireysel ve toplumsal inanç ve ahlaki değerlere bağlı kılabilen en güçlü ve büyük garanti ise maada inanmaktır. Bu ilke, tüm peygamberlerin ortak ilkesidir. Eğer insanlar ölümden sonra başka bir dünyanın buluduğu gerçeğe ve ilahi adalet divanında tüm hareket ve davranışların hesabını verecekleri gerçekten inanırsa, hiç şüphesiz davranışlarına daha çok dikkat ederdi. Bazıları yanlışlıkla ölümün, yaşamın sonu olduğunu düşünüyor, hal bu ki ölüm, dünyevi yaşamın devamıdır. İnsan ölümle yok olmuyor, tam tersi yeni bir yaşama başlıyor. İlahi adalet, bir kıyametin yaşanmasını gerektiriyor. Zira bu dünya, tüm kısıtlamaları ile zalimler ve iyilere ceza ve mükafat yeri olamaz.

 

Dünyada cezalardan kaçış imkanı var ve insanlar bir çok hile ve şike ile, ya da sahip oldukları konum nedeni ile adaletten kaçabilirler, fakat kıyamet gününde her kes ilahi dergahta hazır bulunduğunda, Allah'ın emri ile zaman, mekan ve insanın tüm organları konuşmaya başlar ve insana karşı tanıklık eder.

Eğer bir insan böyle bir görüşe ve inanca sahipse, kolay kolay günah işlemez ve başkalarının hakkını çiğnemez, birkaç günlük dünyevi yaşam için insani ve ilahi değerleri göz ardı etmez. Bu yüzden Resul Ekrem –saa- diğer ilahi peygamberler gibi bir yandan insanları Allah'a inanış ilkesine çağırırken, diğer yandan da maad olayını, mantıklı ve inkar edilemeyecek temel ilkelerden sayıyor, böylece insanlar, bu dünyada Allah'ı unuturlarsa diğer dünyada tüm sapmalar ve kötülükler nedeni ile ağır bir ceza ile cezalandırılacakları, tam tersi de iyiliklere karşı huzurlu ve parlak bir geleceğin onları beklediğini unutmamasını sağlıyor.

 

Resulullah –saa- kıyamet gününde akrabalık, ırk, kavim ve diğer her türlü bağ ve konumun yeri olmadığını, sadece bizim amellerimizin imdadımıza yetişeceğini göstermek için, Mekke'nin fethi ardından Safa tepesinin üstüne çıkarak yüksek sesle şöyle buyurdu: Ey Haşim oğulları/Ey Abd-ul Mutallib oğulları, Ben Allah'ın sizlere gönderdiği elçisiyim ve sizler için içim yanıyor, "Muhammed bizdendir" demeyin, Allah'a ant olsun aranızdan sadece takvalı olanlarınız benim dostumdur. Sakın ola ki kıyametin ertesi günü mahşere girdiğinizde sadece dünyevi ürünler yanınızda olsun ve başkaları ise ahiret ürünleri. Bilin ki kendim ve aranızda veya sizler ve Allah arasında hiçbir bahane ve mazeret bırakmadım, ve benim ile sizi kurtaracak tek şey, bizim amellerimizdir.

 

Yüce İslam Peygamberi –saa- mübarek yaşamının son dönemlerinde bri gece vakti yalnız evden çıkarak, Bâki mezarlığına gidip ölenler için Allah'tan mağfiret talebinde bulundu. Ertesi gün sahabesine: "Cebrail her yıl bir kez bana Kur'an Kerim nazıl eder, fakat bu yıl iki kez bunu yaptı, zira sanırım ölümüm yakındır" diye buyurdu.

Ertesi gün minbere çıkarak ölümünün yakın olduğunu duyurdu ve kime bir vaatte bulunmuş veya kime borçlu ise, yerine getirmeye hazır olduğunu söyledi ve şöyle konuştu:

Ey insanlar, kimsenin Allah ile bir akrabalık veya ona hayrı dokunan veya bir şerri defedecek bir bağ yoktur, ancak ameli dışında. İşte kimse amelinden başka ona harı dokunacak bir şey düşünmesin ve arzu etmesin. Beni görevlendirene ant olsun kimse Allah'ın rahmet ve fazlı ile birlikte amelleri dışında, hiçbir şeyin sayesinde kurtulmayacak. Eğer ben de isyan edip baş kaldırsaydım ve ilahi emre muhalefet etsem düşerdim. Allah'ım, görevimi yerine getirdiğime şahit ol.