Kasım 07, 2022 07:55 Europe/Istanbul
  • Türkiye'den köşe yazarları

Cumhuriyet: Yargıda İmamoğlu telkini

Yeniasya:

6’lı masanın teklifi Türkiye için bir şans

Milli gazete:

Erdoğan'a tepki yağdı: Önce simit dağıttı, sonra yat gezisi yaptı

Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:

....***

Mehmet Kara 6 Kasım tarihli Yeniasya gazetesinde, "Bir garip medya açılımı"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Seçimler yaklaşırken hükümet bir yandan ekonomiyle ilgili torba kanunlar çıkarırken, bir yandan da “medya açılımı” yapıyor. Neredeyse 20 yıldır uygulanan, basına ayrımcılık olan akreditasyon uygulamasını kaldırmak(!) adına “Türkiye yüzyılı” toplantısına “bazı muhalif” gazetecileri çağırmıştı."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:  

...***

Önümüzdeki günlerde yapılacak bir toplantıya da yine “muhalif” dedikleri bazı gazetecileri davet etmişler. İlk toplantıya davet edilen birçok gazeteci toplantıya katılmazken, katılanların çoğunun gazete ya da televizyonda çalışmayan gazetecilerden seçildiği ise dikkat çekti. 

Son “medya açılım”ındaki birçok gariplik gözlerden kaçmadı. Onlardan birkaçını sıralayalım: 

AKP akreditasyonu icat etmeden(!) önce, böyle programlarda gazetelere davetiye gönderilir ve isim istenir, gönderilen o isimlere kart çıkartılırdı. Her gazete ve televizyon, programı izlerdi. Yandaş-muhalif ayrımı yapılmazdı. Ne zaman ki AKP iktidara geldi, kendilerine muhalif gördükleri gazeteleri ve gazetecileri programlarına çağırmamaya başladılar. Cumhurbaşkanlığının uyguladığı akreditasyon zamanla bütün bakanlıklara ve resmî kurumlara kadar indi. Basın kartı olan gazeteciler bile “akredite değilsiniz” denilerek kapıdan geri dönmek zorunda kaldılar.  

Davet edilen gazetecilerin çalıştığı kurumların ya Basın İlan Kurumu’ndan ilan cezası verilen kurumlar ya da gazeteye akreditasyon uygulanırken, o kurumdan birisinin davet edilmesi tezatlık ve ikinci gariplik oldu. 

Üçüncüsü ve en garip olanı da davet edilen gazetecilere ayrılan sandalyelere “misafir basın mensupları” yazılmasıydı. Yani orada bile gazetecilere ayrımcılık yapıldı. Her zaman davetli olan, iktidarı destekleyen gazeteciler “gazeteci” olarak görev yaparken, davet edilen “muhalif gazeteciler”e yapılan böyle bir muamele kimseye garip gelmedi mi? Bu gazeteciler yabancı bir ülkenin gazetecisi mi (kaldı ki onlara bile böyle bir ayrım yapılamaz) ki, böyle bir uygulamaya gidiliyor. Kafada ayrımcılık olunca demek ki, düşünülemiyor.  

Eski AKP milletvekili de olan bir gazetecinin cumhurbaşkanının etkinliğine tek tip gazeteci çağrılmaması, muhalif-yandaş ayrımı yapılmamasını yıllardır söylediğini ifade ederken, iktidara yakın başka bir gazetecinin de “2023 için Türkiye’ye ne vaat ederse etsin bu kadar etkili olmazdı. Muhalif gazetecilerin davet edilmesiyle birlikte stratejinin ilk adımı doğru atıldı. Gömleğin ilk düğmesi doğru iliklendi. Doğruya doğru” demesi gerçeklerin ifadesi oldu. 

Akreditasyonu icat edenlerden, “muhalif” gördükleri gazetecileri çağırıp bu tür bir muamele göstermesinden başka ne beklenebilir ki? 

...***

Esfender Korkmaz 6 Kasım tarihli Yeniçağ gazetesinde, " Krizden çıkış zor değil"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Yüzde 100'lere yükselen enflasyon, GSYH'nın yüzde 6'sı kadar cari açık, dışa bağımlı üretim yapısı, kısa vadeli dış borç yükü ve 2002 son çeyreğinde başlayacak ekonomik daralma, eğer müdahale edilmez ise ya da bugünkü ekonomi yönetiminin günübirlik politikaları devam ederse, sürdürülemez. Zaten fiilen de sürdürülemiyor ve giderek derinleşerek bunalıma dönüşüyor."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Bugünkü bunalım geçmiş krizlerden farklıdır.1994 krizinde ''5 Nisan kararları '', 2001 krizinde ''güçlü ekonomiye geçiş programı'' ile bir yıldan daha az zamanda ülkemiz krizden çıktı. Bugün ise tek bir programla kurtulamayız; Ekonominin altyapısında ve iktisat politikalarında köklü değişiklik yapmamız gerekir.

Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, siyasi barışı, yeniden tesis etmek devleti parti devleti olmaktan çıkarıp liyakata dayalı kurumsal devlet olarak yeniden yapılandırmak zorunludur.

AB'ye girmesek de, AB demokrasi ve hukuk standartlarını getirirsek, Türkiye'ye olan güven artar. AB Türkiye için eskiden olduğu gibi çıpa olur.

Devlet-piyasa optimum dengesini kurmak gerekir. Bu kapsamda, kamu özel iş birliği yolu ile yapılan pahalı altyapı yatırımlarını, elektrik dağıtımını devletleştirmek gerekir. Siyasi popülizmde kullanılan ve bu nedenle toplumsal maliyeti yüksek olan kamu bankalarını özelleştirmek gerekir. Bu bankaların tarımsal destekler gibi kamusal desteklerini hazine normal bankalar yoluyla da yapabilir.

Devlete ait sarayları turizm amaçlı olarak özel sektöre devretmek, uçakları satmak gerekir. Siyasette devlet imkanlarını kullanan iktidardaki siyasi partilere ve cumhurbaşkanı veya başbakanlara, yasaklar getirmek ve ağır müeyyide koymak gerekir.

Planlama yapmak gerekir. Günübirlik politikalardan vazgeçmek; Para, faiz, maliye, istihdam politikaları olarak, iktisat politikalarını bir plan içinde koordineli bir şekilde belirlemek gerekir. Böyle olursa belirsizlikler azalır. Üretim-Tüketim ve Yatırım kararlarında belirsizlik kalkar.

IMF ile stand-by düzenlemesi yapmak ve üç yıllık bir istikrara geçiş programı yapmak gerekir.

IMF ile stand-by yapılırsa, hem istikrar programı finanse edilmiş olur, hem de IMF, Türkiye'nin raitinginin artmasının ve yabancı yatırım gelmesinin önünü açar.

3 yıllık istikrar programı içinde; Üretimin ithal girdi bağımlılığından kurtarılması cari açığın önlenmesi için en ivedi önlemdir. Bu nedenle ithal ikame yatırımlarına yüksek teşvik verilmelidir. Gerekirse ithal ikamesi ara malı ve ham madde üretimini geçici bir süre için devlet yapmalıdır.

Merkez Bankası'na yeniden bağımsızlık verilmeli, kambiyo sisteminde değişiklik yapılarak sıcak para ve spekülatif sermaye girişi kontrol edilmeli, doğrudan yabancı yatırım sermayesi desteklenmeli, MB, hem TL'yi hem de kuru gözetmelidir.

Dalgalı kur politikası değişmeli, yarı sabit kur sistemine geçilmelidir. IMF kredisi ile MB rezervleri artırılırsa, kur sitemi değişebilir.

Bütçeden popülist yardımlar kaldırılmalı, bu fonlarla her ilde devlet yatırımı yapılmalı ve poşet ve para yerine halka iş vermelidir.

Çiftçiye destekler GSYH'nın yüzde biri ve üstüne çıkarılmalıdır.

...***

Taha Akyol 6 Kasım tarihli Karar gazetesinde, " Kayıp yıllar"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz’u, o unutulmaz “hiçbir şey olmadıysa bile bir şey oldu” sözünden hatırlarsınız. Şimdi, Altılı Masa’yı eleştirirken, parlamenter sistemin krizler çıkardığını söylüyor. Sözleri şöyle: "Şu anda parlamenter sistemle yönetilip de az çok kriz, kaos, kargaşa yaşamayan ülke yok. Bizde daha fazlası yaşanıyordu.”"diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Doğru, bizde 1990’lar koalisyonlar yüzünden “kayıp yıllar” olmuştu. Fakat koalisyonla yönetilen Almanya’da hiçbir siyasi kriz yok. Hatta gelişmiş parlamenter demokrasilerde hükümet krizleri ekonomiyi batırmıyor. Devlet makinesi yani kurumlar düzgün çalışmaya devam ediyor.

Kavgalı koalisyonlar gibi tek kişiye denetimsiz yetkiler verilmesi de kötü sonuçlar doğurdu, bu da bir gerçek.

Evet bizde 1979 krizinin de 1994 ve 2000 krizlerinin de sebebi, koalisyonların, yaklaşan krize karşı zamanında “acı ilaç” uygulamaktan sakınmalarıydı. Bu yüzden ekonomi ameliyat masasına düşmüştü.

CB sistemine geçiş için 1990’lardaki koalisyonların başarısızlığı çok istismar edildi. Türkiye’de sistem meselelerini çok iyi bilen, dünya literatüründe yeri olan bilim insanlarımız vardır; onların görüşlerine başvurulmadı… Reis’e ne kadar çok yetki verilirse devlet makinesi iyi işler sanıldı.

CB sisteminin mimarlarından Prof. Şükrü Karatepe’nin Fatih Altaylı’ya söyledikleri, nasıl bir sistem getirildiğini net olarak anlatır:

“Tayyip Erdoğan için yapılan bir düzenlemedir diyorlar. Kim güçlü ise işaret gösterir ve yapılır. 82 anayasası Kenan Evren için yapıldı ve herkes kullandı. Bugün Tayyip Bey istiyorum dedi ve yaptırdı.” (26 Ocak 2017)

Böylece Sayın Erdoğan’ın bizzat tanımladığı gibi, “tek kişi ve sadece millete karşı sorumlu” bir sistem! (18 Şubat 2017)

Parlamento denetimi yok, yargı denetimi fiilen imkansız… Juan Linz’in 1990 yılında Latin Amerika laboratuvarına bakarak yazdığı gibi bizde de “sistem kişiselleşti.”