Aralık 17, 2022 08:26 Europe/Istanbul
  • Türkiye'den köşe yazarları

Karar: Cemil Çiçek'ten İmamoğlu değerlendirmesi: Kararın inandırıcı olduğuna inanmıyorum

Milli gazete:

BİSAM açıkladı: Yoksulluk sınırı 27 bin TL’yi aştı

Yeniasya:

Siyaset mühendisliği kaybedecek, Millet iradesi kazanacak

Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:

…***

Zülal Kalkandelen 16 Aralık tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Altılı masa tuzağa düşmemeli”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“Mahkemenin Ekrem İmamoğlu’na siyasi yasak kararı vermesiyle çeşitli senaryolar konuşuluyor. İmamoğlu’nun “mağdur” durumuna getirilerek güçlendirildiğini düşünenler var. Diyorlar ki iktidar, bunu tahmin edemedi; Erdoğan’ın karşısına daha güçlü bir rakip çıkacağını göremedi...”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Buna inanmak için Türkiye’yi hiç tanımıyor olmak lazım. Düne kadar Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ön plandayken, bu senaryoyu dile getirenlere göre Erdoğan karşısında “İmamoğlu’na oranla daha güçsüz bir aday olasılığı” fazlayken, neden iktidar aniden İmamoğlu’nu öne çıkarmak istesin? Üstelik bizzat Erdoğan’ın kendisi siyasi yasaklı hale gelerek mağduriyet üzerinde yükselmiş bir politikacı. Bunu göremeyecek son kişi o.

Yapılanın bir yargı darbesi olduğu açıktır. İmamoğlu’nun, Süleyman Soylu’nun 31 Mart 2019 seçimleri sonrasında kendisine “ahmak” demesine yanıt olarak “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır” demesi, gerçekte basit bir hakaret davasıdır ama bu fırsat bilinerek seçilmiş bir siyasetçiye 2 yıl 7 ay 15 gün siyaset yasağı getirilmek isteniyor. 

CHP’Yİ VE ALTILI MASAYI KARIŞTIRACAK HAMLE

Bu işin burada bitmediği kesin ama açıkçası ben, böylesine adalete aykırı bir kararın alınmasında işleyen süreç her ne idiyse, onun yine devrede olacağını düşünenlerdenim.

Normal bir durumda, bir hukuk devletinde İmamoğlu’na böyle bir dava açılmaz, böyle bir ceza da verilmezdi. Bununla birlikte, İmamoğlu hakkında talep edilen bu cezayı vermek istemeyen hâkim Hüseyin Zengin’in dava sürerken haziran kararnamesiyle sürüldüğünü, Barış Terkoğlu, kasım ayında Cumhuriyet’teki köşesinde yazdı. Hâkim Zengin, Samsun’a sürüldükten sonra Sabah Grubu tarafından çeşitli FETÖ itirafçılarının ifadelerine dayanarak FETÖ ile ilişkilendirilmişti. 

İktidar, altılı masanın içinde ve CHP’de aylardır cumhurbaşkanı adayı belirlenmesi konusunda yaşanan çekişmeleri iyi takip etmiş ve hem masayı hem de CHP’yi karıştıracak bir hamle başlatmış görünüyor. 

Altılı masada, dün Saraçhane’de Meral Akşener’in başrolde olduğu manzaranın ortaya koyduğu şekilde, İmamoğlu’nun aday gösterilmesi için baskı kuranlar olacak. Nitekim İmamoğlu’nun dün herkesi Saraçhane’ye çağırıp otobüsün üzerinden “Hâlâ gençliğim var, 2023 için ideallerimiz var” diyerek yaptığı coşkulu konuşma, tam bir adaylığı ilan etme konuşmasıydı. 

Birileri, “İktidar tüm muhalifleri bu mağduriyet ile bütünleştirdi” dese de çarşamba akşamı mahkeme kararının açıklandığı andan itibaren sosyal medyada altılı masa ve CHP’nin bu hamle ile nasıl karıştığını görmek mümkündü. 

Muhalefetteki karışıklık, iktidara avantaj sağlarken iktidar bu durumu çok daha tehlikeli bir şekilde kullanabilir. 

İmamoğlu’nun bir anda tüm olası adayların önüne geçmesiyle, mağduriyeti de kullanıp onu aday gösterelim diyenler olacak. Bu söz konusu olursa İmamoğlu’nun siyasi yasaklı olması ile bitebilecek süreç, altı ay içinde seçime kısa bir süre kala sonuçlandırılıp bir anda önü kesilebilir. Üstelik aday olması için İstanbul Belediyesi de yeniden AKP’ye teslim edilmiş olur. 

...***

Faruk Çakır 16 Aralık tarihli Yeniasya gazetesinde, “Siyasete çelme”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“Siyasete yargı eliyle yapılan müdahalelerin netice vermediğine yüzlerce delil olduğu halde; bıkmadan ve usanmadan benzer müdahalelerin yapılamaya çalışılması acaba nasıl izah edilebilir? Düşünün ki onlarca siyasi parti mahkeme kararıyla kapatılmış olduğu halde, o siyasi anlayışın temsilcileri bir şekilde yeni partiler kurarak var olmaya devam etmişlerdir. Partileri milletin kurup yine milletin kapatacağını bilmeyenlerin, mahkeme kararıyla parti kapatmasının bir anlamı var mı? Benzer şekilde milletin reyleriyle iş başına gelen siyasetçileri, mahkeme kararıyla ‘siyaset yapamaz’ hale getirmek mümkün olur mu?”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Gençler belki hatırlamaz, ama bu noktada en çarpıcı örneklerden biri, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra pek çok siyasetçiye ‘yasak’ geterilmiş olmasıydı. Darbeciler; Türkiye’de başbakanlık yapmış, milyonların teveccühünü kazanmış siyasetçilerin başında yer alan Süleyman Demirel’e de siyaset yasağı koymuşlardı. Demirel, yıllar süren bir mücadele vermiş ve neticede bir referandumla siyaset yasağı sona ermişti. Demirel, siyaset yasağının sona ermesinden sonra yine başbakan ve sonrasında da cumhurbaşkanı oldu. Sadece bu misal bile, ‘yasak’ koyarak siyasetçileri engellemenin mümkün olmadığını göstermez mi? Hem bu yasakların, adaletin kılı kırk yardığı günlerde değil de, hukukun siyasete alet edildiği günlerde olması tesadüf müdür?

Bu hususta çok misal vardır. Bir dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan o günkü ‘siyasetçi’ye konulan yasak da sonradan kalkmadı mı? Şimdi de benzer bir karar var. Öyle ki bu karara ‘iktidarı destekleyenler’ de mesafeli duruyor. Karar kesinleşmemiş olsa da, zaten kamuoyu nezdinde kabul görmüş değil.

Bazıları diyor ki, “Ne yani, siyasetçi yargılanmaz mı? Mahkum olmaz mı?” Tabii ki yargılanır fakat bu yargının adil olduğundan şüphe duyulmamalı. Son kararda kullanıldığı belirtilen ifadenin aynısını başka siyasetçi ve idareciler kullanmadı mı? Hatta çok daha ağır ifadeleri kullananlar hakkında hiç bir adli işlem yapılmaması yargının adil işlemediğine delil olmaz mı?

Siyasetle ilgilenmek, idareci olmak, çok beğenilmek elbette tek başına yeterli değil. Fakat adaletin iyi işlemediği ve bu meselenin herkesçe bilindiği dönemlerde verilen böyle kararlar millet nezdinde kabul görmez. Mesela bir siyasetçi delilleri ortada olan bir yolsuzluk, usulsüzlük ve yüz kızartan bir suç işlemiş olsa ve benzer bir ‘yasak’ kararı gelse (kanunlara uygun olarak) buna kimse itiraz eder miydi?. Bugün yaşanan tartışma ise çok farklı. Adil işlemeyen hukuk sistemi dolaylı olarak siyasetin de tabii seyrinde işlemesini engeller.

Siyasete müdahaleyi millet, seçim sandığında yapar ve yapmıştır. Başbakanlık yapan siyasetçilerin sandıklardan çıkamadığına çok defa şahit olunmuş. Bundan sonra da böyle olacaktır ve olmalıdır, vesselam.

...***

Esfender Korkmaz 16 Aralık tarihli Yeniçağ gazetesinde, “Ekonomik istikrarın altyapısı: Hukuk”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“Hukuk, sosyal ve ekonomik yaşamın altyapısını oluşturur.

Rekabetin, ticari ilişkilerin, iş ilişkilerinin, borç-alacak ilişkilerinin, mülkiyet haklarının düzenli bir hukuki altyapısı olmadan, istikrarlı büyüme ve kalkınma sağlayamazsınız. Devlet planlama yapamaz. Belirsizlik artar. Güven bunalımı ortaya çıkar. Mülkiyetin güvence altına alınmadığı piyasa ekonomisi çalışmaz. Kimse yatırım yapmaz. Bunun içindir ki hukukun üstünlüğü evrensel bir değer olarak benimsenmiştir.”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Hukukun üstünlüğü, temel olarak hukukun bir toplulukta veya ülkede etkili olduğunu; devlet erkini elinde tutan, siyasi veya bürokrata karşı üstünlüğünü ifade eder. Hak ve adalet üstünlüğü olarak özetlenebilir.

Hukuki güvencesi olmayan insanların geleceği de güvence altında olmaz.

Hukuki altyapısı olmayan ülkelerde insan hakları da olmaz. Bunun içindir ki hangi ülkede olursa olsun darbe dönemlerinde ve dikta rejimlerde insanlar yurt dışında yaşama alternatifleri ararlar.

Başkanlık sistemi ile; Dünya Adalet Projesi, Avrupa Birliği raporları, İnsan Hakları Mahkemesi uyarılarına bakınca; Türkiye'nin hukukun üstünlüğünde dünyada en hızlı geri düşen ülkeler içinde olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda Türkiye insan hakları ve siyasi özgürlükler sıralamasında 2017 yılında kısmen özgür ülke statüsünden, özgür olmayan ülke statüsüne geriledi.

Türkiye'nin bugün yaşamakta olduğu ekonomik istikrar sorunları;

*Siyasi iktidara güven yok. Bu nedenle yatırım ortamı yok. Son iki çeyrektir, yatırımlar geriledi.

*Dünyadan kopmuş olarak çok yüksek enflasyon yaşıyoruz.

*Yüksek cari açık aynı zamanda dış borçlarda temerrüt riskini artırdı.

*İşsizlik kronikleşti.

*Yurt dışına, servet transferi arttı ve beyin göçü hızlandı.

Bu sorunların temelinde hükümetin yanlış ve hatalı politikaları olduğu kadar, demokraside ve hukukun üstünlüğünde geri düşmemiz de etkili oldu.

Gelişmekte olan ülkelerin gelişmesini tamamlayabilmeleri için; Mülkiyet haklarının güvenceye alınması, ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi gerekir. Herkese özgür çalışma hakkı veren, sürdürülebilir geçim imkanı sağlayan, yoksulluğu kaldıran Hukukun üstünlüğü gereklidir. Oysa ki gelişmekte olan ülkelerde despotik yapı, siyasi ayırımcılık, partizan kollama ve popülizm, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığını askıya alan uygulamalar artmıştır.