Türkiye'den köşe yazarları
Cumhuriyet: TÜRK-İŞ duyurdu: Açlık sınırı 10 bin lirayı aştı!
Yeniasya:
İstişare ile yöneteceğiz
Star:
Erdoğan: Kılıçdaroğlu mandacılık yapıyor
Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:
...***
Işık Kansu 29 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Seçimden Sonraki Görev"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Türkiye, neredeyse ortaçağa itilirken siyaset alanı, düşünsel ve eylemsel anlamda önemsiz kimi ayrıntılar dışında bütünleşti. Aradaki ayrımlar ortadan kalktı, neredeyse tek bakış açısı egemen kılındı. Nasıl başladı bu durum?"diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:
...***
Toplumbilimci Prof. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun da işaret ettiği gibi, Cumhuriyet değerlerine yönelik sistemli saldırılar ve saygınlığını yitirtme çabaları ilk adımdı:
“Başta üniversitelerde olmak üzere eğitim kurumlarında ‘ikinci cumhuriyetçi’ tezler egemen kılınmaya çalışıldı. Üniversiteler ve kitle iletişim araçlarıyla ‘resmi tarih’ eleştirisi yapılırken ‘yeni resmi tarihlerin’ nasıl inşa edildiğine tanık olundu. Çalışmanın-üretmenin erdem olarak kabul edildiği değerlerin yerine, ‘yardım’ kültürü yerleştirilmeye çalışıldı. Eğitimin ve meslek sahibi olmanın içeriği boşaltıldı. Sağlık personelinin, hukukçunun, öğretmenin, gazetecinin, kadınların şiddete maruz kalması sıradanlaştı. Toplumsal cinsiyet açısından yaşanan sorunlar ve tartışmalar ise dağ gibi büyüdü.”
Nasıl sıyrılırız bu sorunsaldan? Prof. Dr. Gümüşoğlu’na göre, aklın ve bilimin öncülüğünde alınacak kararlara gereksinim var. Cumhuriyetin bağımsızlık temelli politikalarına, üretime dayalı ekonominin güçlendirilmesine, laikliğin yaşama geçirilmesine gereksinim var.
Gümüşoğlu, çok haklı olarak, 21. yüzyılın Türkiye’sinin 15. yüzyılın değerleriyle yol alamayacağını vurguluyor ve çıkış yolunu gösteriyor:
“Halkevleri, halk odaları, Köy Eğitmenleri Kursları, Köy Enstitüleri; Cumhuriyet devriminin kültür kurumlarıydı. Halkın belleğinde, Cumhuriyet değerleri de imece de Aydınlanma da var olmaya devam ediyor. Deprem sonrası yaşanan dayanışma, teknolojinin ve sosyal medyanın yaratıcı kullanılma biçimleri, yaşanan bütün acılara, kayıplara karşın aydınlanmanın bu topraklardaki görünümleridir. Türkiye bunu 100 yıl önce, ‘10 yılda 10 milyon genç’ yaratarak başardı. Bugün gençler kendilerine kalan mirasın farkındalar, yeter ki onların yaratıcılığına güvenilsin, yollarından çekilinsin... Ancak çağın gereklerini analiz eden, bu yöne yüzünü dönen siyasetler ülkemizi geleceğe taşıyabilir.”
Türkiye bir seçime odaklandı. Seçim sonrası, Aydınlanmadan, emekten ve üretimden yana olanlara çok iş düşüyor. Ülkemizin tek ideolojiden; sağcılık, gericilik ve piyasacılık tabusundan kurtulması zorunlu...
AKP’li Numan Kurtulmuş, “Biz demokrasiyi içselleştirerek, demokrasi konusunda kavgaları vere vere bugünlere kadar geldik” demiş.
Şimdilerde çok gözde olan yapay zekâya “Türkiye’de demokrasi var mı” diye sorduk. İşte verdiği yanıttan bir özet:
“Recep Tayyip Erdoğan ve partisi AKP’nin liderliğindeki Türkiye, kimilerinin kötüleşen demokratik ortam olarak algıladığı eleştirilerle karşılaştı. Hükümetin muhalefete baskı uyguladığı, medya özgürlüklerinin erozyona uğradığı, siyasi muhalefetin bastırıldığı ve gücün cumhurbaşkanlığında toplandığı savları var. Bu, Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları durumu hakkında kuşkulara yol açtı ve eleştirmenler, siyasi çoğulculuk ve demokratik denetimler ve dengeler konusunda sınırlamalar olduğunu ileri sürdüler.”
...***
Osman Sert 29 Nisan tarihli Karar gazetesinde, " Umudun değil korkuların seçimi"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Demokrasinin temel mantığı vatandaşların kendi yetkilerini belli bir süre ve yetki sınırları içerisinde başka birisine devretmesi üzerine kurulu. Bu irade devrinin en net kullanıldığı yer ise seçim sandığı. Dolayısıyla seçimlerde beş yıl daha bizi kimin yönetmesini istediğimizi oylayacağız. Böylece nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizi, nasıl bir gelecek hayal ettiğimizi, umutlarımızı gerçeğe dönüştürme ihtimalini seçeceğiz. En azından normal demokrasilerde olması gereken bu."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:
...***
Küresel popülizm rüzgarının bir etkisi olsa da Türkiye’deki durum tam böyle değil. Hatta tersi geçerli.
Şunun şurasında yaklaşık iki hafta sonra seçmenler umutları ve hayalleri değil korkuları ve tedirginlikleri üzerinden oy kullanacak.
Bugün muhafazakârlar, seküler mahallenin 20 sene önceki endişesine ters açıdan sahip. Şimdi de muhafazakâr mahalle başta başörtüsü olmak üzere son dönemdeki kazanımları kaybetmekten korkuyor.
Nitekim Bekir Bozdağ “seçimde kaybedersek şampanya patlatacaklar” sözleri ile tam da bu korkuya oynuyor.
Milliyetçiler, Türkiye’nin terör tehdidinden en uzak olduğu beş yılı geçirmiş olmasına rağmen terörden, bölünmekten korkuyor. İktidar yerel seçimlerde dile getirdiği “PKKlıların fatura okumaya geleceği” iddiasına kadar her konuda bu endişeyi tetikleyecek bir söylem kuruyor. Beni seçmezseniz ülkeyi terör yönetecek gibi toplumun yarısını terör destekçisi olarak kodlayan bir sınır tanımazlık var.
Kürtler ikiye ayrılmış durumda. Bir yanda HDP’nin hendek olaylarına giden süreçte bölgede kurduğu baskıyı unutmayanlar “aynısı tekrar yaşar mıyız” tedirginliği içinde. Daha geniş kesim ise AK Parti-MHP koalisyonunun kendilerine hayat hakkı tanımadığını, anayasal seçme ve seçilme hakkının ellerinden aldığını düşünerek mevcut iktidar devam ettiği takdirde seçimden sonra durumun kendileri için daha da kötüye gitmesinden korkuyorlar.
İktidara oy verenler de dahil geniş bir kesim ekonominin daha da kötüye gitmesinin ve zaten kolay olmayan hayat şartlarını daha da zorlaşmasının kâbusunu görüyor.
Hülasa-i kelam, gençler, yaşlılar, muhafazakârlar, sekülerler, sağcılar, solcular herkes seçim sonrasından istemediği adayın kazanmasından korkuyor. Oy verme davranışını da tam bu korkular şekillendirecek.
Seçmenler 14 Mayıs’ta nasıl bir Türkiye’de yaşamak istediklerine göre değil, nasıl bir ülkede yaşamak istemediklerine göre oy kullanacaklar.
Adaylar üzerinden kimin ülkeyi yönetmesini istediklerine değil, kimin yönetmesini istemediklerini belirleyecekler.
Erdoğan yönetmesin diyenlerle Kılıçdaroğlu yönetmesin diyenler yarışacak.
...***
Faruk Çakır 29 Nisan tarihli Yeniasya gazetesinde, " Kutuplaştırma kime yarar?"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Seçim dönemindeki gerginlikler siyasetin çirkin yüzünü bir defa daha gösterdi. Dikkat çeken bir nokta da, bazı ‘seçmen’lerin siyasetçilerden daha katı, daha ‘kavgacı’ ve daha kutuplaştırıcı olmasıdır. Siyasi parti mensuplarının, milletvekillerinin kendi aralarındaki ‘kavga’nın vatandaşa yansıtılması kötü neticeler verir ve veriyor."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:
...***
Bununla birlikte mesela TBMM’de ‘kavga’ eden vekillerin, Meclis kulisinde aynı masa etrafında buluşması mümkün olduğu halde; bazı siyasi parti taraftarlarının ‘komşu’larına daha katı bir davranmasına şahit olunuyor. Parti muhabbeti sebebiyle komşusunu, akrabasını ve arkadaşını küstüren, onların kalbini kıran bir anlayışın ‘iyi’ olduğu söylenebilir mi?
Denge ve Denetleme Ağı, (DDA) siyasi partilere ve adaylara; kutuplaştırıcı tavırlardan kaçınmaları yönünde haklı bir çağrıda bulunmuş. DDA’nın çağrı metninde, kutuplaşmanın demokratik siyaset önündeki engellerden biri olduğu hatırlatılarak, “Vatandaşlar olarak gündemimizde olan temel sorun alanları, tüm paydaşların etkin ve yapıcı diyaloğuyla çözüme kavuşturulabilir. Ancak son yıllarda daha da derinleşen kutuplaşma, bu diyaloğun ve sorunlara etkin şekilde çözüm bulmanın önünde temel bir engel oluşturuyor” denilmiş. (DDA’nın basın açıklaması, 25 Nisan 2023)
Her meselenin konuşularak halledilmesi mümkün olduğu halde ‘kavga’ya tevessül etmek, kutuplaştırıcı mesajlar vermek insaf ile izah edilebilir mi? Kutuplaştırıcı dil kullananların en çok müracaat ettiği cümlelerden biri de ‘vatan hainliği’ ithamıdır. Her önüne gelene hain demek, cemiyetteki kardeşliği berhava etmez mi? Hem, birini bu şekilde itham etmek niçin bu kadar kolay olsun? Kimin hain, kimin vatansever olduğuna siyasetçiler mi karar verir?
Bu kutuplaşma tehlikesinin bertaraf edilmesi çok önemli. Mevcut kutuplaşmasın Türkiye’nin siyasi yapısına zarar verdiğini parti yöneticileri de görmeli. Kaldıysa, “akil adamlar”ın da devreye girerek kutuplaştırmayı sona erdirecek adımlar atılmasına destek olmaları icap eder. Aynı şekilde sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri milletin kaynaşması ve kucaklaşması için adımlar atmalı. Tabii ki bu noktada ‘hoca’lara ve ilahiyatçılara da mühim bir vazife düşer. Ne yazık ki hocalar bu vazifenin pek de farkına varmış görünmüyorlar. Gerek cami kürsülerinde ve gerekse sosyal medyadaki ‘vaaz’lara bakıldığında; siyasetçilerin gergin dilini aratacak şekilde konuşanlara rastlanıyor.
“Hain ve düşman” arayanlar öncelikle ‘dil’lerine sahip çıksa ve gayretlerini ‘kardeşlik’ için harcasa Türkiye kazançlı çıkar. Kutuplaştırıcı dilden en başta ‘düşman’lar istifade etmez mi?