Hidayetin parlayan güneşi; Hz Muhammed-saa- 21
Hiç şüphesiz insanlık toplumun en zaruri ve hayati ihtiyaçlarından hükümetin kurulmasıdır.
Hükümetin kurulması sayesinde karışıklıklar ve kaos önlenir, topluma düzen hakim olur, bireysel ile sosyal ve uluslar arası sınırlar belirlenir ve yürütülür. Bu yüzden hükümetin kurulması, her akli selimin kabul ettiği, semavi dinlerin vurguladığı bir konudur; dolayısı ile din ve siyaset arasında kopmaz bir bağ mevcuttur. Zira tüm ilahi peygamberler, ilahi hakimiyetin kurulması için hareketlerini başlatarak dönemin hakimiyetlerine karşı ayaklanıp zalim hükümranlarla mücadele ettiler. İbrahim Nemrud'a, Musa Firavuna, ve İsa da Kaysere karşı ayaklandı ve onlarla mücadele ettiler, bu doğrultuda Azimuşan Peygamber -saa-, Roma ve İran imparatorları dahil dönemin hükümranlarına mektup yazıp elçiler göndererek, onları İslam'a davet ediyor.
Resulullah'ın -saa- siyerinde din ve siyasetin bağı, kimsenin Resul ekrem'in -saa- sadece ibadet, inanç ve ahlaki konularla uğraştığını, iç ve dış siyasi konulara kayıtsız kaldığını iddia edemeyecek kadar güçlüdür. Hz. Muhammed'in -saa- Mekke büyükleri karşısındaki zor ve uzlaşmaz mücadelesi, savaş meydanlarında ve Medine'de küfür, şirk ve nifak ile caihat alanlarında hazır bulunması, yargı ve karar verme konumunda bulunması, servetleri adil bir şekilde dağıtması, ırkçı ayırımları nefy etmesi, eşitliği sağlaması ve vahdeti kurması gibi çalışmalarının tümü, öz Muhamemdi İslam'da din ve siyasetin ayrılmaz bağını gösteriyor.
Resulullah -saa- ve diğer peygamberlerin siyerinde dikkat çeken en seçkin konu, zalim ve başına buyruk politikacıların tersine, onların hedefi, her türlü gayrı meşru ve insanlık dışı yolları kullanarak iktidar olarak hükümet kurmak olmamasıdır. Onlar tevhidi ülkülerin gerçekleştirilmesi, adil ve insani bir toplumun kurulmasından başka hedefleri yoktu. Çok kısa olmasına rağmen, en parlak hükümetlerden birine sahip olan hz. Ali –as- Resulullah -saa- tarafından hükümetin kurulması ve biset felsefesi hakkında şöyle buyuruyor: Gerçekten Yüce Allah, Muhammed'i -saa- haklı olarak risalete seçti ki kullarını (zalim hükümranların) kulluğundan çıkartarak Allah'ın kulluğuna yöneltsin. Onların ahit ve misakından kurtararak Allah ile ahitleştirsin, onlara boyun eğmekten uzaklaştırarak Allah'a boyun eğdirsin, ve onların hakimiyet ve velayetinden serbest bırakarak ilahi hakimiyetin altına soksun.
Aslında din ve İslam siyaseti ile dünyanın siyasi nizamları arasındaki sınır çizgisi işte buradan başlıyor. şirk dolu siyasi sistemlerde tüm çalışmalar ve programlamalar tehdit veya tatminle gerçekleşir, öyle ki insanları köleleştirerek kendi hedeflerini onlara dayatıyor ve baskıcı anlaşmalarla onları kendi uşağı yapıp kapsamlı bir şekilde onlara hakimiyet kuruyor. Buna göre onların insanlık dışı siyasetlerine karşı ayaklananlar, şiddetle bastırılıyor, her çığlık boğuluyor ve özgürlükçüler karanlık kuytu köşelerde en vahşi biçimlerde işkence ediliyor veya idama mahküm oluyor, kısacası kendi hakimiyet ve çıkarlarının korunması için her engeli ortadan kaldırıyorlar. Tarihteki bir çok örneğe ilaveten günümüzde Amerikalı ve Avrupalı elebaşlarının bölgede gerici Arap rejimleri ile birlikte yaktıkları savaş ateşinde, mazlum ve savunmasız Müslümanların katliamına şahit oluyoruz, zira onlar İslami beldelerde hakimiyetlerini korumaya çalışıyorlar.
Fakat Resulullah'ın -saa- siyasi ve hükümranlık mahiyeti, sadece küresel istikbarla değil, görünüşte Müslüman olan uşakların hükümetinden çok farklıdır. Resulullah -saa- hükümet kurma hedefinin, ilahi emirleri gerçekleştirmek ve adaleti sağlamak olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden o hazret küfür hakimiyetleri ile hiçbir bağı ve eğilimi bulunmazken, tüm gücü ile şeytani ve insanlık dışı siyasetlerine karşı ayaklandı; böylece onları devirerek, İslam'ın yayılması ve, ırk, renk ve toprak ayırımı yapmaksızın tüm insanların kurtuluşu için uygun ortamı hazırladı. Resul Ekrem -saa- güç ve nübüvvet arasında seçim yapma ikileminde kaldığında, o hazret'in Allah'ın kulu ve peygamberi olmasını seçtiği anlatılıyor.
Günün birinde ikinci Halife Resulullah'ın -saa- nezdine gitti. O hazreti, bir hasır üzerinde dinlenirken gördü; fakat hasırın kısa olması nedeni ile hazretin mübarek vücudunun bir kısmı yerdeydi. Ömer o hazrete hitaben, kayser ve Kesra, büyük ve lüks saraylarında yaşarken, siz böyle mi davranıyorsunuz? Anlatılanlara göre o hazret şöyle cevap vermiştir: Bunu saltanat mı sandın? Bu, nübüvvettir, saltanat değil. Ve diğer bir rivayete göre de o hazret şöyle buyurmuştur: Dünyanın tüm lezzetlerinden yararlanmak ve ahretim için bir şey kalmamasını istemiyorum. (Ed-din fi Hademe eş-Şe'b) Ömrünü güç kazanmak için harcayan Ebusufyan, Mekke'nin fethi sırasında İslam peygamberini -saa- iktidar ve gücün zirvesinde görünce, Resulullah'ın -saa- amcası Abbas'a, "Nihayet yeğenin saltanata ulaştı" değince, hazretin amcası, mağrur Ebusufyan'ın yanlış zihniyetini düzeltmek için "Bu nübüvvettir, saltanat değil" dedi. (Tarih-ul Kamili/ c2/ s93 - Teberi 3/117)
Burada gündeme getirmesi gereken temel konu, nübüvvet ve gücün bir arada olmaması gerekirken, öyle ise Kur'an Kerim hz. Süleyman'ın eşsiz saltanatı, hz. Davud'un ve hz. Yusuf'un iktidar olmalarını, nasıl izah etmesidir. Bu sorunun cevap ise Enam suresinin 57. ayetinde yer alıyor; bu ayetin bir kısmında şöyle okuyoruz: Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Bu cevap İslami tevhid düşüncesine göre hakimiyet temel konusunun Allah'a ait olduğunu belirtiyor fakat Yüce Allah kendi hükümetinin gerçekleşmesi için peygamberler seçmiş bulunuyor. Dikkat edilmesi gereken bir diğer konu ise peygamberlerin hükümete ulaşmak için kendini beğenmiş mağrur insanlar gibi iktidara gelmek için her aracı kullanmaması ve gayrı meşru harekette bulunmaması, sahip oldukları şayestelikler ve halkın kalplerine nüfuz ederek iktidar olmalarıdır. Nitekim Resul Ekrem -saa- 40 yıl Mekke halkı arasında yaşarken, cahiliyet dönemin zehirli atmosferinde, kendisine "Emin Muhammed" denilecek kadar halkın güvenini kazanmıştı. Mazlumları savunmaya kalkışan yiğitlerle anlaştı ve yavaş yavaş halk arasında destek bulurken, Mekke'nin zengin büyüklerine en ufak bir eğilim göstermedi. Bu seçkin özellikler o hazretin -saa- adının Medine'de duyulmasına ve halkın eşsiz ve kalabalık karşılaması ile Medine'ye giriş yapması ve yönetim işlerini eline almasına sebep oldu.
Tüm bunlara ilaveten peygamberler iktidara gelince mal biriktirme ve halkı sömürme peşinde değil, güç sevdalı politikacıların aksine, hedefleri tevhidi hakimiyetin kurulması, sınıfsal ayırımı ile mücadele ve kapsamlı sosyal aletin kurulmasıdır. İslam peygamberi –saa- döneminde Medine'deki İslami hükümetin parlak dönemi de o hazretin insan severlik ve Allah şeriatı eksenli politikasını yansıtıyor.
Bu yüzden eğer İslam peygamberi -saa- güç ve nübüvvet arasında çizgi çiziyorsa, insanların güç sahiplerinden ve uygulamalarından tamamen olumsuz zihniyetine sahip olmalarındandır. Fakat eğer Allah'ın seçtikleri veya şayeste ve adalet talep insanlar iktidar olursa ve yüce İslam peygamberin -saa- siyasi siyerinde de açıkça görüldüğü gibi yüce ilahi ve insani ülkülerin gerçekleşmesinden başka hedefleri olmazsa, nübüvvet ve hükümeti birleştirmek mümkün olur.015