Mayıs 06, 2017 13:11 Europe/Istanbul
  • İslam'da insan hakları 13

Günümüz dünyasında insan hakları kuralları adı altında ele alınan konu, ikinci dünya savaşından sonra hukukî kanunların olması gerektiğinden doğan bir ihtiyacın sonucudur.

Aslında bu ihtiyacın duyulmasıyla insan hakları kurallarının çıkarılmasında temel bir motivasyonunun oluşmasından söz edebiliriz. Kuralları çıkaran beşeri toplumlar, bu kanunların tüm halk kitlelerinin ihtiyacı ile uyuşması ve bütün ülkelerde yürürlüğe girme özelliğine sahip olması gerektiği sonucuna vardılar. Öte yandan Kanunları onaylayan kesimler ayrıca  yasaların yürürlükte bulunmasının tüm insanlar için çıkarları kapsaması gerektiği ve sadece belli bir grubun hizmetinde olmaması zaruretini bir hedef olarak gütmeye başladılar. Buna ilaveten kanun koyucular tüm yasaların varlık aleminde vuku bulan hadiseler üzerinde etkin bulunmaları gerektiği ve sadece sözde  hayal ile rüyalarda kalmamasına da özen göstermiş oldular.

Tüm bu varsayımlar doğru ve mantığa uyandır ancak bu arada farklılıklara neden olan mesele hayal ile gerçek dünyalarının arasındaki sınırının ne olduğu sorusuna yanıt aramada oluşan ihtilaftan ibarettir. Maddi kanun koyucular bakışında maddeden başka hiç bir şeyin gerçekliği yoktur ve hissedilmeyen her ne varsa hurâfeden ibarettir. O zaman bu bakış tarzına göre  ruh, ebediyet ve tecerrüt kavramları hayal ve evhamdan ibarettir. Ancak ilahî kanunlara gelince onlarda  hukukî kanunların kaynakları maddiyatta anlam bulmayıp dünyevi maddelerden ötede bulunan değerler üzerinde kurulmuştur. Eğer tüm insanların çıkarı söz konusu ise sadece bu yolla onların sağlanması mümkün olacak. çünkü dil, örf ve ortak gelenekler gibi maddi kaynaklar gerçek anlamda hiç bir zaman kalıcı ve birleştirici nitelik taşıyamaz.  Bu yüzden insan haklarının belirlenmesi için en uygun kaynak yüce Allah'ın zâtıdır. Yaratılışın sahibi olan yüce Allah bu kural ve hukukları peygamberlerinin vasıtası ile insanlar arasında ilâhi dinlerin yayılması amacıyla tüm beşeriyete sunmuştur.

Image Caption

Geçen sohbetimizde ifade edildiği üzere yüce Allah'ın bir mahluku olan insan diğer mahluklara  karşı elde ettiği akıl ve irade özellikleri nedeniyle üstünlük kazanmıştır. Bu nedenle Allah kendi peygamberlerini insanın aklını  dünyadan ahiret yoluna dek aydınlatmak ve insana yardım etmek için göndermiştir. Buna ilaveten kendi semavi kitaplarını insanlığın önüne koyarak onun yaşamı için bir rehber olarak göndermiştir. En son semavi din olan islam dini de tüm insanlık için insan severlik mesajları ile doludur. Müslümanlar, muvahhidler ve mülhitlerden oluşan küresel aile fertlerinin tümü için söz konusu ilâhi mesajlar geçerli olup  islam dini kendi davetini bu ailenin tüm fertlerine sunmuştur. En son semavi ve mükemmel kitap olan Kuran-ı kerim bir tek Müslümanlarla ilgili değil bütün  insanlar hakkında insan severlik mesajları ile beşeriyetin faydalanması için gönderilmiştir. Bu arada islam kanunlarının 1400 yıl önceye ait olduğu için, hali hazırda kullanılmayacak bir seviyeye ulaşabildiği şüphesi gündeme gelir. Başka bir ifade ile eğer islam dini ve Kuran-ı kerim vasıtası ile insanlara ulaşan bilgi ve hikmetler insan haklarının bir tek kaynağı sayılıyorsa o zaman Kuran'ın gönderilişi ve peygamber efendimiz ile ehli beytin ümmet içindeki varlıkları ardından bunca oluşan yeni olaylar ve gelişmeler karşısında ne yapmalı? Kimileri bu sorunun yanıtını yanlış cevaplayarak islamın değer ilkelerinin genel anlamda önerdiği konusuna değinip halk yaşamı ve hükümetin nasıl bir nitelikte olacağını belirtmediğini söylüyor. Öğrneğin islamın buyurduğuna göre halk kendi hayatını adalet üzerinde tesis etmeli ancak bu hedefe varmak için gereken kurallar insanın kendi kararlarına bağlıdır.

Kesinlikle böyle bir cevap yanlıştır. Zira insan hakları çerçevesinde getirilen ilâhi kanunlar değer ilkelerine önem verdiğinin yanısıra kıyamet gününe kadar sosyal ve toplumsal kurallar bazında da insanların ihtiyacını beyan ediyor. İslami kitaplarda gelen bilgilere göre Kuran-ı kerim ve peygamber efendi ve ehli beytinin sünnetinde halkın ihtiyaçlarına dair bütün konular yer almaktadır. İmam Sadık (as) şöyle buyuruyor: '' Gerçekten yüce Allah Kuran'da her şeyin aydın anlamını nâzil etmiştir.Öyle ki Allah'a and olsun Allah kullarının ihtiyaç duyduğu hiçbir şeyi anlatmaktan kaçınmamıştır.Bu, ''keşke bu da Kuran'da nazil olsaydı'' cümlesi hiç bir kul tarafından dillendirilmesi içindir.

Image Caption

Bu değerli ifade uyarınca hiç kimse ''bu konu da keşke burada yer alsaydı'' demesin diye halkın ihtiyaç duyduğu her şey Kuran'da gelmiştir. Bu nedenle hükümet veya insan hakları konusuyla ilgili hiç bir mesajın bizler için gönderilmediğini iddia etmek mümkün değil. Acaba bu kadar ince ve ufak ferdi ve toplumsal meselelere özen gösteren bir din nasıl olur da bu konularda ele alınması gereken kural ve gereklilikleri insanın yetersiz düşüncesine bırakır?

İmam Bakır (as) şöyle buyuruyor: Gerçekten yüce Allah ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi kendi kitabında getirmiş ve peygamberine açık bir şekilde buyurmuştur ki her şeyin sınırlanması karşısında aydın sebepler koymuş ve bu sınırı aşan mütecavizler için cezaların olduğunu kaydetmiştir.

Bu rivayete göre de insanların sosyal ve toplumsal alandaki bütün ihtiyaçlarının semavi kitaplarda bulunduğu anlaşılır. Şimdi anlatmış olduğumuz tüm bu ifadeleri, yüce Allah tüm bilgi hazinelerini İmam Zaman'ın (as)  yanında saklamış ve o hazretin zuhuruna kadar insanlık topluluğunu bu hidayet yolundan uzaklaştırmıştır gibi algılamamak lazım. Çünkü bu bilgiler hak tarafından gönderilmiş ve onlara ulaşmak her kes için mümkün ancak Kuran-ı Kerim'de yer alan bu maarifler her kes tarafından anlaşılamaz ve kuran'ın gerçek yorumcuları olan ehli beytin aydınlatmaları ile mümkün olacağının altını çiziyoryz. Netice itibari ile söylemek istediğimiz şu ki her bir dönemde inanların ihtiyaçlarına yönelik tüm bilgi ve maarifler sunulmuş ancak bu bilgilerin insanlar üzerindeki etkileri o dönemdeki imamet ve  dinamik fıkhın rolüne bağlıdır.

Kuran-ı kerimin nazil olması ve peygamber efendimizin biseti döneminden uzun yıllar geçse ve gaybet döneminde kâmil insan ile ilişkide bulunmak günümüz dünyasında toplum için imkansız bulunsa bile İslam dininin dinamik fıkhı ve ictihadı sayesinde çağımızdaki tüm insanların sorunlarına yanıt getirmek için imkan sağlanmıştır. Bu nedenle ictihad meselesi ile islam dininn kuralları ve düzenlemeleri hiç bir zaman eskimez ve beşeriyetin gelişimi ile adım adım ilerler. Bu gerçeği iyi anlamak için şu noktanın belirlenmesinde fayda var ki islam dininin zuhur ettiği ilk yıllarda fıkhî ve hukukî kurallar bu kadar geniş bir ölçüde ele alınmıyordu ancak bu kurallara karşı duyulan ihtiyaçların artması ile ictihad kendi görevini yapmakta, insanlığın gelişmekte olan sorunlarına yanıt ve çözüm bulma zemininde başarılı oldu.Ama ne varki tüm bu ictihadî girişimler sadece ibadet ve medeni ahkâm konuları ile ilgili yapılıp daha çok bu alanlarla ilgileniyordu.

Değerli dinleyiciler bilindiği üzere bir insanın fakih tanımlanabilmesi  ve ilâhi hükümlere vararak fetva verebilmesi için üç aşamadan geçmesi gerekiyor. Birinci aşamada islami dünya görüşü üzerinde fıkhî kaynakların belirlenmesidir.Tabi ki tüm fıkhî kaynaklar akıl, kitap ve diğer alimlerle dini konularda hemfikir olma zemininde yansımış olur. Bundan sonraki merhale bu kaynaklardan fıkhî kaide ve kanunların çıkarılması ve en son aşama olarak da çıkarılan kanunların esası üzerinde fetva hükmünün çıkarılması merhalesidir. Bir hukukçu da kanunları tedvin ettiği sırada aynen fakihlerde olduğu gibi bu üç aşamadan geçmesi gerekir.Yani ilk önce kaynakları iyice tanıması daha sonra hukuk temellerini onlardan çıkarması ve  sonunda ise onları hukukî madde halinde onaylaması görevidir.