Vatandaş Düşman Olduğunda: Amerikan Ordusunun Polisleşmesi Hakkında Ne Biliyoruz?
https://parstoday.ir/tr/news/world-i284814-vatandaş_düşman_olduğunda_amerikan_ordusunun_polisleşmesi_hakkında_ne_biliyoruz
Parstoday – Amerikan ordusu, savaş gücünden iç denetim aracına dönüşmüştür; bu dönüşüm, polis ve asker rollerinin birleşmesiyle güvenlik ile baskı arasındaki sınırları belirsizleştirmektedir.
(last modified 2025-10-22T04:26:09+00:00 )
Ekim 22, 2025 07:25 Europe/Istanbul
  • Vatandaş Düşman Olduğunda: Amerikan Ordusunun Polisleşmesi Hakkında Ne Biliyoruz?

Parstoday – Amerikan ordusu, savaş gücünden iç denetim aracına dönüşmüştür; bu dönüşüm, polis ve asker rollerinin birleşmesiyle güvenlik ile baskı arasındaki sınırları belirsizleştirmektedir.

“New Arab” internet sitesi, Hossam El-Hammalavi imzalı bir yazısında, Amerikan ordusunun yalnızca askeri bir güç olmaktan çıkıp, toplumsal denetim sağlayan bir polis gücüne dönüşmesini, ABD’nin güç yapısında yaşanan önemli ve pek de fark edilmeyen gelişmelerden biri olarak değerlendiriyor. Oysa kamuoyunun dikkati son on yıllarda daha çok “polisin militarizasyonuna” yönelmişti. Yazar, “Amerikan ordusunun polisleşmesi” ya da daha doğru bir ifadeyle, ordunun doğrudan iç denetim koluna dönüşmesinin, görünmez bir süreç olarak dikkatlerden kaçtığını vurguluyor.
El-Hammalavi, Amerikan hükümetinin iç denetim amacıyla askeri güçleri kullanmasının yeni bir olgu olmadığını belirtiyor. Donald Trump’ın başkanlığı döneminde protestoları bastırmak ve Göçmenlik Dairesi’ne destek vermek amacıyla Ulusal Muhafızlar ve Deniz Piyadelerinin gönderilmesi, bu uygulamanın onlarca yıllık bir geçmişe dayandığını hatırlatıyor. Bu dönüşüm, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren başlamış ve savaşların ve tehditlerin doğasının değişmesiyle birlikte devam etmiştir.
Soğuk Savaş döneminde, Avrupalı sömürgecilerin geri çekilmesi ve Küresel Güney’de ulusal kurtuluş hareketlerinin yükselişiyle birlikte Amerika yeni bir krizle karşı karşıya kaldı. Bir yandan eski sömürgelere doğrudan ve sürekli askeri müdahalede bulunamıyor, diğer yandan sol eğilimli ve Batı karşıtı ideolojilerin yayılmasından endişe duyuyordu. Bu ortamda “ayaklanma karşıtı” doktrin doğdu; yalnızca sömürgelerdeki isyanları bastırmayı değil, aynı zamanda nüfusları önleyici biçimde kontrol etmeyi ve şehir toplumlarını yönetmeyi amaçlayan bir doktrindi.
El-Hammalavi, Stuart Schrader gibi tarihçilerin araştırmalarına dayanarak, Amerikan güç yapısı içinde ayaklanma ve “iç tehditlerle” mücadeleye yönelik iki yaklaşım olduğunu açıklar: Biri gerilla savaşları ve askeri müdahalelere dayanırken, diğeri şehir kontrolü, polis teşkilatının geliştirilmesi ve toplumsal hoşnutsuzlukları bastırmaya yönelik sosyal programlara odaklanıyordu. Zamanla ikinci yaklaşım baskın hale geldi ve Amerikan ordusu giderek şehir içi ayaklanma karşıtı bir güç olarak yeniden tanımlandı; artık savaşmaktan çok “düzeni” koruyan bir yapı haline geldi.
Bu dönüşüm yalnızca Amerika ile sınırlı kalmadı; Fransa’nın Cezayir’deki ve Britanya’nın Malaya’daki sömürge deneyimleri de benzer sonuçlara yol açtı. Ayaklanmalara karşı zafer, askeri güçle değil, gözetim ağları, polis teşkilatları ve nüfus yönetimiyle mümkün hale geldi. Fransız teorisyen David Galula’ya göre gerçek ayaklanma karşıtlığı bir tür “polis işi”dir ve bu ifade, İkinci Dünya Savaşı sonrası güvenlik doktrinlerinin sloganına dönüştü.
Böylece ordu ile polis arasındaki sınır giderek silindi. Bir zamanlar dış savaşlar için tasarlanmış olan ordular, artık polis görevleri üstlenmeye başladı: iç düşmanların tespiti ve bilgi toplama, protestoların kontrolü, sınırların korunması ve hatta göçmenlerin denetimi. Öte yandan polis de askeri teknolojileri ve taktikleri benimseyerek daha savaşçı ve sert bir güce dönüştü.
El-Hammalavi bu olguyu “sindirme diyalektiği” olarak adlandırıyor; yani polis teşkilatının askerileştirilmesi ile ordunun polisleştirilmesi arasındaki çift yönlü ilişki. Bu süreç, komünizmden terörizme ve göçe kadar uzanan sosyal korku ve kriz dönemlerinde hız kazanıyor. Devlet, belirsiz ve sonsuz bir tehdidi “düşman” olarak tanımladığında, toplum savaş mantığını ve özgürlüklerin kısıtlanmasını kabullenmeye başlıyor. Böyle bir ortamda “yan zarar” ya da “ulusal fedakârlık” gibi kavramlar, sivillerin öldürülmesini, protestoların bastırılmasını ve savaş ekonomisinin güçlendirilmesini meşrulaştırıyor.
El-Hammalavi yorumunun sonunda, Amerika’nın emperyalist bir güç olarak bu baskı ve denetim modelini yalnızca kendi içinde uygulamakla kalmadığını, askeri iş birlikleri ve eğitim programları aracılığıyla tüm dünyaya ihraç ettiğini vurguluyor. 2003 sonrası Bağdat’tan Los Angeles sokaklarına, Afganistan’dan Florida’ya kadar Amerikan ordusu artık küresel bir polis gücü gibi hareket ediyor; görevi artık yalnızca savunma ya da savaş değil, “halkı yönetmek”tir.
Yazara göre bu süreç, demokrasinin ve sivil güvenliğin yavaş yavaş ortadan kalkmasına yol açıyor. Çünkü ordu polisleştiğinde ve polis askerleştiğinde, “vatandaş” ile “düşman” arasındaki sınır silinir ve tam da bu noktada özgür bir toplum, “düzeni korumak” adına sürekli gözetim altında tutulan bir kampa dönüşür./