Venezuela’ya Saldırı, ABD’nin Latin Amerika’daki Müdahaleci Dönemine Dönüş mü?
https://parstoday.ir/tr/news/world-i285178-venezuela’ya_saldırı_abd’nin_latin_amerika’daki_müdahaleci_dönemine_dönüş_mü
Parstoday – Trump’ın Venezuela ve Kolombiya’ya yönelik sınırlı bir askeri operasyon tehdidi, Cumhuriyetçi Parti toplantısında yaptığı açıklamaların Senatör Lindsey Graham tarafından ifşa edilmesiyle, ABD’nin Latin Amerika’daki müdahaleci politikasına geri dönme alarmını çaldı.
(last modified 2025-10-28T07:29:38+00:00 )
Ekim 28, 2025 09:29 Europe/Istanbul
  • Venezuela’ya Saldırı, ABD’nin Latin Amerika’daki Müdahaleci Dönemine Dönüş mü?

Parstoday – Trump’ın Venezuela ve Kolombiya’ya yönelik sınırlı bir askeri operasyon tehdidi, Cumhuriyetçi Parti toplantısında yaptığı açıklamaların Senatör Lindsey Graham tarafından ifşa edilmesiyle, ABD’nin Latin Amerika’daki müdahaleci politikasına geri dönme alarmını çaldı.

Senatör Lindsey Graham, Fox News’e verdiği röportajda, Donald Trump’ın Cumhuriyetçi yasa koyucularla yaptığı bir toplantıda Venezuela’ya ve hatta Kolombiya’ya yönelik “sınırlı askeri operasyon seçeneği”ni tartıştığını açıkladı.

ABD’nin Venezuela’ya olası saldırı hazırlıklarının artması, Washington’un Latin Amerika’daki eski müdahalelerini yeniden hatırlattı. Graham, ABD Başkanı’nın Nicolas Maduro’nun iktidardan uzaklaştırılma zamanının “gelmiş olduğuna” kanaat getirdiğini belirtti. Karayipler’de ABD gemileri, uyuşturucu kartelleriyle mücadele bayrağıyla konuşlandırılmış durumda, ancak Axios sitesine göre bu varlığın gerçek amacı “Caracas’a yönelik askeri baskıyı artırmak”. Pek çok analiste göre, bu adım Washington’un Batı Yarımküre’deki müdahaleci politikasının yeni bir aşamasını başlatabilir.

Newsweek dergisinin analitik raporunda şöyle deniyor: “Trump’ın Venezuela’ya yönelik artan tehditleri ve ABD’nin Karayipler’de bu ülkenin gemilerine yönelik saldırıları, ABD’nin Güney Amerika’da müdahaleci politikasına dönüşün işaretleridir. Bu politika, Monroe Doktrini’ne dayanır.” Monroe Doktrini, 19. yüzyılda Avrupa güçlerinin etkisine karşı bir kalkan olarak sunulmuştu. Zamanla bu doktrin, Washington’un Latin Amerika üzerindeki siyasi ve askeri hakimiyetini meşrulaştırma aracına dönüştü. Panama’nın Kolombiya’dan ayrılmasına müdahale, Panama Kanalı çevresindeki ülkelerin askeri işgali ve Şili ile Brezilya’daki halkçı hükümetlere karşı darbeleri desteklemek, ABD müdahalelerinin yalnızca kısa bir örneğidir.

Soğuk Savaş döneminden bu yana Washington’un görevi, “Avrupa’ya karşı koymak”tan “sosyalist hareketleri bastırmak”a evrildi. 1973 Şili darbesi ve Arjantin ile Uruguay’daki “Kondor Operasyonu” desteği, ABD’nin diktatörleri destekleyerek ve halkçı hükümetleri devirmek suretiyle egemenliğini her koşulda sürdürmeye çalıştığını gösterdi. Müdahaleci model, 1980’ler ve 1990’larda da devam etti. 1989’da Panama’ya doğrudan saldırı, General Manuel Noriega’yı devirmek için “uyuşturucuyla mücadele” bahanesiyle yapılan müdahalelerin zirvesiydi. Washington bu operasyonu hızlı bir zafer gibi sunmuş olsa da gerçek sonuç, yoksul mahallelerin yıkımı, yüzlerce sivilin ölümü ve Panama’daki istikrarsızlığın devamı oldu.

Bu bağlamda, New York Times, Harvard Üniversitesi Tarih Profesörü Dennis M. Hogan’ın analizine atıfta bulunarak uyarıyor: “Washington, 1989’da Panama’da yaptığı şeyi Venezuela’da tekrarlayabileceğini düşünmemeli.” Hogan’a göre, bu iki ülke arasındaki temel farklılıklar—yüzölçümü, nüfus, askeri kapasite ve enerji kaynakları—böyle bir senaryoyu maliyetli ve öngörülemez kılıyor. Hogan, “Uyuşturucuyla mücadele operasyonu olarak görünen şey, aslında Caracas’taki rejimi değiştirme kampanyasının bir parçasıdır” diyor. O, asıl hedefin güvenlikten çok siyasi ve propagandistik olduğunu, sağcı iç grupların desteğini kazanma ve ABD iç krizlerinden dikkatleri saptırma çabası olduğunu vurguluyor.

Stimson Center’ın son raporu da bu değerlendirmeyi doğruluyor ve Venezuela’ya yönelik herhangi bir askeri eylemin “istikrarsızlığı artıracağı, uyuşturucu kaçakçılığını yükselteceği ve bölgede yeni bir göç dalgasına yol açacağı” uyarısında bulunuyor. Bu süreçte, Cumhuriyetçi sağ kanadın önde gelen isimlerinden Dışişleri Bakanı Marco Rubio, bu politikanın ilerletilmesinde merkezi bir rol oynuyor; Kongre’deyken Caracas’taki rejimi değiştirme talebinde bulunan Rubio, şimdi dışişleri yetkilerini kullanarak “Batı Yarımküre düzenini yeniden tanımlamayı” hedefliyor. Rubio, Kongre Dış İlişkiler Komitesi toplantısında, “Sosyalist diktatörlere karşı müsamaha politikası sona erdi” dedi.

Buna karşılık, Kongre’deki her iki partiden bazı yasa koyucular, böyle bir eylemin yasal meşruiyetini sorguladı ve başkanın Kongre onayı olmadan yeni bir savaşa giremeyeceğini hatırlattı.

Venezuela’nın BM Büyükelçisi Samuel Moncada, Güvenlik Konseyi’ne yazdığı mektupta ABD’yi “uluslararası sularda 27 sivilin ölümünden” sorumlu tutarak bu saldırıların uluslararası kınanmasını talep etti ve dünya topluluğundan “ülkelerin egemenlik ve siyasi bağımsızlığına saygı” ilkesinde ısrar etmesini istedi.

Tarihsel perspektiften bakıldığında, birçok araştırmacı, Trump ve Rubio’nun mevcut politikasını “Roosevelt Doktrini”nin agresif devamı olarak görüyor. Greg Grandin yazıyor: “Washington, izolasyonist dönemler olarak anılan zamanlarda bile Latin Amerika’daki müdahalelerden vazgeçmedi; Honduras ve Nikaragua’dan Dominik Cumhuriyeti’ne kadar ABD ordusunun izi hep kaldı.”

Gerçekte, bugün Karayipler’de yaşananlar, tanıdık bir modelin tekrarıdır. Ulusal güvenlik adına yapılan askeri müdahale, ancak jeopolitik ve seçim hedefleri için yürütülüyor. Harvard Üniversitesi’nden Dennis Hogan’a göre, böyle bir savaşın ABD için kalıcı bir kazanımı yoktur ve yalnızca acı, istikrarsızlık ve öfke bırakır. Latin Amerika tarihi, Washington her seferinde özgürlük adı altında bir ülkenin egemenliğini çiğnediğinde, ortaya çıkanın sadece nefret ve yıkım olduğunu göstermiştir.