Ağustos 13, 2020 18:42 Europe/Istanbul

Bilindiği üzere Esma-ül Hüsnâ, yüce Allah’ı tanımak için en iyi yoldur. Her biri yüce Allah’ın özelliklerinden birine işaret eden Esma-ül Hüsnâ’dan geçen hafta, kısaca hükmeden, hakkı yerine getiren, hükmünü eksiksiz icrâ eden, mutlak hakim olan اَلْحَکَمُ  el-Hakem ismi şerifi hakkında konuştuk. Bugün ise Mutlak adâlet sahibi, aşırılığa meyletmeyen اَلْعَدْلُ  el-Adl ile tanışacağız.

El-Adl kelime anlamı itibariyle itidal veya işlerde aşırılığa kaçmadan orta yolu izlemektir. El-Adl olan Allah, tüm işlerini doğru ve itidal üzere yapar. Bir nebevi hadiste şöyle anlatılıyor: “gökler ve zemin, adl nedeni ile kurulmuştur.”

Yaratılış düzeninde her şeyin belirli konum ve haddi vardır ve eğer belirlenen had ve konumda yer alırsa Esma-ül Hüsnâ’dan el-Adl tecelli etmiş olur. Aksi halde eğer kendi haddinden bir zerre kadar az veya çok olursa zulüm hakim olmuştur. Ayrıca eğer bir olay gerçekleşmesi gereken zaman ve mekanda gerçekleşmezse bu da zulümdür.

 

Bu yüzden zalim, kendi işlerinde gerçek haddi ve konumuna riayet etmeyen, bunun tersi de kendi işlerinde gerçek konum ve haddine uyana da adil denir. Emir el-Mu'minin hz. Ali -as- bu konuda şöyle buyuruyor:

العَدلُ یضَعُ الامُورَ مَواضِعَها

Adl, her şeyi gerçek konumuna yerleştirir.

Böylece adlin, olmadığı takdirde dünya düzeninin bozulacağı bir hüküm olduğu söylenebilir.

Denge ve oran anlamında olan Allah’ın adl-i insanın yaratılışında da tamamen açıkça görünüyor. Nitekim İnfıtâr sureinin 7. Ayetinde şöyle okuyoruz:

 الَّذِی خَلَقَکَ فَسَوَّاکَ فَعَدَلَکَ

O rabbin ki seni yarattı, seni insan olarak şekillendirdi ve seni dengeledi.

Buna göre Allah’ın adaleti, her şeyi orantılı ve belirli ölçülerde, koordineli ve düzgün yarattığı adaleti uyarınca her canlının yaşamı ve devamı, istenilen kemale ermesi için hidayet edilmesi de adalete dayalıdır ve her şey ve her kes kendi konumunda yerleştirilmiştir.

Adlin bir diğer anlamı ise ayrım yapmadan eşit haklar alanında eşitliği sağlamaktır. Şöyle ki kişinin layık olduğu kadar ona hak vermektir. Örneğin bir sınıfta öğrencilerden çalışkan ve tembel olanı eşit şekilde teşvik etmemek veya ceza vermemektir, her öğrenci kendi liyakati ve çalışkanlığı kadar not almalıdır.

Bir fabrikada işçiler arasında adaletin sağlanması ise onların eşit ücret alması değil, adalet her işçiye çalıştığı ve hak ettiği kadar ücret vermektir. Bu yüzden ismi şeriflerden Allah’ın adli, her varlığa layık olduğu kadar ona davranılması ve layık olduğu yere oturtması, hak ettiğini ona vermeyi icap ediyor.

Bu anlatılanlara dayanarak, İslami ilimler bilginleri, adlin 3’e ayrıldığını belirtiyorlar: tekvini, teşri-i ve cezai.

Tekvini adalet, rahmaniyetin tecellisi olarak bütün varlıklara liyakatleri, kapasiteleri ve kabiliyetleri kadar nimet vermesidir; başka bir ifade ile hayatlarını sürdürmek için lazım olan her şeyi hususi ölçüleriyle vermek demektir.

Teşri-i adalet ise yüce Allah’ın peygamberleri vasıtası ile insanlara adalete dayalı sorumluluklar belirlemesidir.

Cezai adalet de Allah’ın kıyamet gününde insanlar arasında adaletle hükmetmesidir, kimsenin hakkını ihlal etmez. Yani iyi ve kötü insanlara aynı şekilde davranmaz ve herkesin hakkını onun amellerine uygun olarak verir. 

Fakat cezai adaletteki ince konu ise Allah’ın kendi lütfu ve fazlına göre kullarına davranmasıdır, onların hak ettikleri veya yaptıkları amellere orantılı değil! Zira insanların çoğu tüm dünyada az veya çok hata yapar, günah işler; bu yüzden eğer insanlara verilecek olan mükafat Allah’ın adaletine göre olursa herkes ağır belalara düşer ve yok olur.

Bir çok ayet ve rivayete göre Allah kullarına en ufak zulmü bile reva görmez. Nitekim nisa suresinin 40. Ayetinde şöyle buyuruyor:

انَّ اللَّهَ لَا یَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ

Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez.

Zira yüce Allah zulmetmeye hiç ihtiyacı yok ve onun mukaddes vücudu tüm ayıplar ve eksikliklerden müberradır. Yüce Allah ne bencildir, ne yoksuldur ve ne cahil. Bu yüzden eğer dünyanın bir yerinde eksiklik veya kusur görünüyorsa muhakkak müsebbibi Allah’tan başkasıdır. Nitekim Yunus suresinin 44. Ayetinde şöyle okuyoruz:

إِنَّ اللَّهَ لَا یَظْلِمُ النَّاسَ شَیْئاً وَلَکِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ یَظْلِمُونَ

Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.

Allah el-Adl’dır ve O’nun halifesi konumunda olan insana adil olmayı emreder. Nahl suresinin 90. ayetinde yüce Allah açıkça adalet ve iyiliğe emrederken her türlü zulüm ve münkerden uzak durulmaya emrediyor ve şöyle buyuruyor:

 

إِنَّ اللّهَ یَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَ الإِحْسانِ وَ إِیتاءِ ذِی الْقُرْبى وَ یَنْهى عَنِ الْفَحْشاءِ وَ الْمُنْکَرِ وَ الْبَغْیِ یَعِظُکُمْ لَعَلَّکُمْ تَذَکَّرُونَ

Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.

 

Tabi yüce Allah bu ayette adalete uymaya ilaveten iyilikte, ihsanda bulunmaya da emrediyor. Zira insanın yaşamı boyunca, sadece adaletle çözülmeyen, adalete ilaveten fedakarlığı da gerektiren bazı hassas dönemler yaşanabilir. Bu da ancak “ihsanda bulunmakla” gerçekleşir. İhsan, başkalarına öncelik tanımak ve halkın refah ve rahatlığı için çalışmaktır, bu da fedakarlık ruhundan kaynaklanır. Emir el-Mu'minin hz. Ali -as- adalet ve ihsan hakkında şöyle buyuruyor:

العدل الانصاف، و الاحسان التفضل

Adl, insanların hakkını onlara vermektir ve ihsan ise onlara lütufta bulunmaktır.

İnsan yüce Allah’ın ism-i şeriflerinden el-Adl özelliğine sahip olmak için başkalarının can, mal ve namusuna tecavüz etmemeli; yargıda bulunmakta adaletle hükmetmelidir, birisi veya bir kavime düşmanlık yüzünden adalet yolundan çıkmamalı. Allah’ın el-Adl ism-i şerifi, içinde tecelli eden kimse, her zaman hakkı göz önünde bulundurur hatta eğer kendisi, anne, babası veya akrabalarının zararına olsa bile; karşısındaki insanın zengin fakir, sosyal konuma sahip olup olmaması, vereceği hükmü etkilememeli.

Böyle bir insan eşi, çocukları, ebeveyni ve akrabaları arasında adildir ve asla amel ve sözlü olarak kimseye zulmetmez. Bir rivayete göre Rasûlüllah -saa- Emir el-Mu'minin hz. Ali’ye -as- şöyle buyuruyor:

Ali’ciğim! Yargıda bulunmak için yanına gelen iki kişi arasında bakışında ve konuşmanda eşitliğe riayet et!

Ayrıca başka bir rivayete göre iki çocuk kendi yazılarını İmam Hasan’a götürerek en iyisini seçmesini isterler. Emir el-Mu'minin konuyu öğrenince İmam Hasan Mucetaba’ya -as- şöyle buyurur: Oğlum! Kendi yargın hakkında iyi düşün. Zira Allah kıyamet gününde verdiğin bu hükümden seni sorguya çekecektir.

Değerli dinleyiciler bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Yine her zaman olduğu gibi ellerimizi semaya açarak Sahifeyi Seccadi’nin 10. Duasından bir bölümü hep birlikte okuyoruz:

اَللَّهُمَّ اِنْ تَشَأْ تَعْفُ عَنّا فَبِفَضْلِکَ، وَ اِنْ تَشَأْ تُعَذِّبْنا فَبِعَدْلِکَ، فَسَهِّلْ لَنا عَفْوَکَ بِمَنِّکَ، وَ اَجِرْنا مِنْ عَذابِکَ بِتَجاوُزِکَ، فَاِنَّهُ لاطاقَةَ لَنا بِعَدْلِکَ، وَ لانَجاةَ لِأَحَدٍ مِنّا دُونَ عَفْوِکَ، یا غَنِىَّ الْاَغْنِیآءِ، ها، نَحْنُ عِبادُکَ بَیْنَ یَدَیْکَ، وَ اَنَا اَفْقَرُ الْفُقَرآءِ اِلَیْکَ، فَاجْبُرْ فَاقَتَنا بِوُسْعِکَ، وَ لاتَقْطَعْ رَجآءَنا بِمَنْعِکَ، فَتَکُونَ قَدْ اَشْقَیْتَ مَنِ اسْتَسْعَدَ بِکَ، وَ حَرَمْتَ مَنِ اسْتَرْفَدَ فَضْلَکَ، فَاِلى‏ مَنْ حِینَئِذٍ مُنْقَلَبُنا عَنْکَ؟ وَ اِلى‏ اَیْنَ مَذْهَبُنا عَنْ بابِکَ؟

 

Allah’ım, dilersen lütfunla bizi affedersin; dilersen adaletinle bize azap edersin. O halde, nimetinle affını bizim için kolaylaştır ve mağfiretinle bizi azabından kurtar. Çünkü gerçek şu ki, bizim adaletine dayanacak gücümüz yoktur; affın olmadan hiçbirimiz kurtulamayız. Ey ganilerin ganisi (yüce Allah), işte kulların! Önünde durmuşlar (fazlını ve lütfunu ummaktalar) ve ben, sana muhtaç olanlar içerisinde en çok ihtiyacı olanım. O halde, geniş rahmetinle yoksulluğumuzu gider; rahmetini bizden esirgeyerek bizi ümitsizliğe düşürme. Aksi takdirde seninle mutlu olmak isteyeni bedbaht etmiş, fazlından yardım umanı mahrum bırakmış olursun. O zaman da senden başka kime yönelebilir, kapından başka hangi kapıya gidebiliriz ki?!/012