İmam Humeyni –ks– mektebinde - 94
Bugünkü sohbetimizde İmam Humeyni’nin -ks- Şia mezhebinin ilimler merkezlerinde yaygın olan adetten farklı olarak mercilik makamı peşinde olmadığı ve bu makamı kabul etmekten kaçındığı hakkında konuşmak istiyoruz.
İmam’ın bu özelliğinin kökleri ihlas ve takvası ve derin dini inançlarına uzanıyordu. İmam’ın bu özelliği aynı zamanda çağdaş alimlerin arasında da onu farklı kılan seçkin özelliklerinden biriydi; yani her din adamı mercilik makamına nail olmayı arzu ettiği ve bu makamın getirdiği itibardan yararlanmak istediği halde İmam Humeyni -ks- mercilik makamı için gerekli olan tüm ilmi, ahlaki ve fıkhi özelliklere sahip olmasına karşın bu makamı kabul etmekten kaçınıyor ve kendisini Şia Müslümanların taklit mercii olarak ilan etme çabalarını engelliyordu.
Şia mezhebinde mercilik makamının önemi itibarı ile bugünkü sohbetimizi İmam’ın bu özelliğine ayırdık.
İlahi ahkamı öğrenmek ve amellerimizin doğruluğundan emin olmak için fakih ve İslam bilgini olan insanlara başvurmanın kökü asr-ı saadete ve masum imamların -s- dönemine dayanır ve bazı ulemaya göre bu bağlamda iki ayet nazil olmuştur. Allah teala Enbiya suresinin 7.ayetinde şöyle buyurur:... Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.
Ya da bir başka ayette şöyle buyurur:
Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.
Kuşkusuz bu ayette geçen Tefekkuh sözcüğü geniş anlamı vardır ve İslam maarifi ve ahkamı gibi durumları kapsar. Öte yandan insanlar da bu kesimin sözlerini benimsemeye davet edilmiştir, ki bu da fakih ve bilge insanlara rücu etmektir.
Asr-ı saadette de İslam Peygamberi -s- sahabeden bazılarını dini ve ahkamını tebliğ etmek üzere başka beldelere gönderirdi. Bu durum ve fakih veya müftünün fetva vermesi ve insanlarca uygulanması İslam Peygamberi’nin -s- döneminde de gündemde olduğunu gösteriyor; nitekim fakihlere rücu etmek o hazret vefat ettikten sonra da geçmişte olduğu gibi devam etti ve özellikle İmam Bakır -s- ve İmam Cafer Sadık -s- dönemlerinde daha da arttı.
Öte yandan Hz. Mehdi’nin -s- gaybet döneminde fakihlere rücu etmek başka türlü olmaya başladı ve içtihat ve taklit gibi iki yol gündeme geldi ve bundan sonra gerekli şartlara sahip olan fakihler ve müçtehitler fetva verme ve insanların sorularına cevap verme sorumluluğunu üstlendi ve sonuçta masum imamın gaybetinden kaynaklanan boşluğu kendileri doldurmaya başladı ve bu durum günümüze dek aynı şekilde devam etti.
İslam şeriatinde bazı vacipler ve haramlar vardır ve yüce Allah onları insanların dünya ahiret saadeti için beyan etmiştir. Öte yandan her Müslüman kolay kolay şer’i hükümleri Kur'an'ı Kerim ve rivayetlere istinat ederek çıkaramaz; zira Kur'an'ı Kerim ve rivayetlerde şer’i hükümler çok detaylı ve teknik biçimde beyan edilmiştir ve buna göre İslami ahkamı istinbat edebilmek için geliştirilmiş akıl ve uzmanlığa ihtiyaç vardır ve ancak bu özeliklere sahip olan insanlar bunu yapabilir.
Bu tür istinbat ve içtihatlar için yıllarca fıkıh ilkelerini ve kurallarını öğrenmiş olmanın şart olduğundan, sıradan insanların görevi dini ahkam konusunda din alimleri ve uzmanlarına başvurmaktır; zira ancak seyrek sayıda insan istinbat ve içtihat yapabilir ve vahiy kaynaklarını incelemek ve gerekli durumları göz önünde bulundurmak sureti ile İslam ahkamını ve kanunlarını elde ederek başkalarına sunabilir. Doğal olarak bu durumda sıradan insanları görevi din uzmanlarının görüşlerine uymak ve yükümlülüklerini müçtehitlerin ve fakihlerin içtihat ve fetvalarına göre yerine getirmektir. Buna göre bir çokları fakihlere ve müçtehitlere başvurmayı sıradan insanların hekimlere veya mühendislere başvurmaya benzetir ve ulema ve müçtehitleri ilahi ahkamı istinbat eden uzmanlar olarak tanımlar.
Şia fıkhında taklit mercii, insanların dinin ahkamını öğrenmek için başvurdukları şahıstır. Şia mezhebinde taklit mercii halkla İmam Zaman -s- arasında bağlantı halkasıdır ve ilahi ahkamı insanlara tebliğ etmenin yanı sıra onların din ve dünya işlerinde de hidayete erdirmekle görevlidir.
Taklit mercisi erkek olmak, yetişkin olmak, akıllı olmak ve adil olmak gibi bazı sıfatlara sahip olmakla beraber başka müçtehitlerden daha bilgili ve bilge olmalıdır; yani İslam ahkamını anlamakta diğer müçtehitlere nazaran daha güçlü ve daha yetenekli olmalıdır. Din alimleri adil olma sıfatını, yani vaciplere amel etmek, haramlardan uzak durmak, ayrıca dünya malına karşı hırslı olmamak ve yine dünyevi mal ve mevki elde etmeye çalışmamak, taklit mercilerinin önemli özelliklerinden olduğunu vurguluyor.
Bu özelliklere ve sıfatlara sahip olan müçtehit veya müçtehitler halk tarafından taklit mercii olarak kabul edilir. Bu kriterler ve özellikle seçkin müçtehitlerin takvalı olmaları, mercilik makamına nail olmak için müçtehitlerin arasında bir rekabet söz konusu olmasını engellemiştir. Buna karşın dini ilimler merkezlerinde yaygın bir adete göre herhangi bir taklit mercii vefat ettiği zaman kendilerini bu makama layık göre müçtehitler risalelerini yeniden basarak ilgilenen insanlara sunar.
Taklit mercii olmanın bir şartı, taklit merciinin hayatta olması olduğundan doğal olarak herhangi bir taklit mercii vefat ettiğinde onu taklit edenler yeni bir mercii arayışına girer. Dolayısıyla risalelerin yeniden basılması bir nevi taklit eden insanların yeni taklit mercilerini belirlemeye yardımcı olmaktır. Risalenin yeniden basılma geleneği ve bir müçtehidin taklit mercii olması için propaganda yapılması genellikle müçtehitlerin talebeleri tarafından yürütülen çalışmalardır ve dini ilimler merkezlerinde benimsenen bir adet sayılır. Gerçi birçok müçtehit gerekli şartlara sahip olmalarına rağmen bu ağır sorumluluğun onlara verilmesini kabul etmekten kaçınmıştır.
İmam Humeyni -ks- taklit mercii olmak için tüm ilmi, ahlaki ve fıkhi şayesteliğe sahip olmasına karşın bu makamı kabul etmekten şiddetle kaçınan seyrek sayıda müçtehitlerden biriydi.
Şia Müslümanların büyük taklit mercilerinden Ayetullah Burucerdi vefat ettikten sonra dini ilimler merkezlerinde yaygın adete göre bazı ulema risalelerini yeniden basarak dağıttı, ancak İmam Humeyni -ks- bunu yapmadı.
Hüccetülislam Ali Davani bu konuda şöyle anlatıyor:
Ayetulluh Burucerdi hş. 1340 yılında vefat ettikten sonra ve hatta vefat etmesinden önce bazı ulema hemen risalelerine basarak dağıtmaya başladılar ve insanlar onların evine müracaatta bulunuyordu. Ancak bu arada bir tek İmam ne risale yayımladı, ne de yaşamında herhangi bir değişiklik yaptı, ne de halkın kendisine rücu etmesine ilgi gösterdi. Bazen İmam’a siz de sonuçta taklit merciisiniz denmek istense bile, İmam buna itina etmeden kendi işine bakıyordu.
İmam Humeyni -ks- arkadaşları, talebeleri ve yakınları kendisini taklit mercii olarak tanıtılması yönünde bir söz ettiklerinde buna çok bozulur ve hemen tepki gösterirdi. Hüccetülislam Muhammed Ali Ensari bu bağlamda bir anıyı şöyle paylaşıyor:
İmam şöyle diyordu: ben evimde benim merciliğin ve önderliği yönünde en ufak adım atılmasına razı değilimdir. Bazı arkadaşlar hş. 1341 ve 1342 yıllarında başta Pakistan olmak üzere birçok ülkeden ve kentten İmam’ın risalesinin gönderilmesi yönünde talepler geldiğini, fakat İmam buna asla müsaade etmediğini ve şöyle dediğini anlatıyordu: Allah şahidimdir, ben merci olma yolunda hatta tek bir adım atmış değilim.
İmam Humeyni -ks- Ayetullah Burucerdi vefat ettikten sonra onu mercii olarak tanıtmak ve risalesini basmak isteyenlere gösterdiği tepkide, bu görevi ve sorumluluğu üstlenecek başkaları bulunduğu sürece kendisi bu mevkiyi kabul etmeyeceğini ve esas görevi dersleri ile ilgilenmek olduğunu söylüyordu. Ayetullah Seyyid Hasan Tahiri şöyle anlatıyor:
Ayetullah Burucerdi vefat ettikten sonra birçok kez İmam’a kendinizi gündeme getirin; risale verin, halk sizi taklit etmek istiyor, neden risale vermiyorsunuz dedik. Ancak İmam şöyle diyordu: beni unutun; bırakın derslerimle ilgileneyim. Eğer bir gün Müslümanların ihtiyacı olursa ben hazırım, ama şimdilik başkaları var, bırakın beni.
İmam Humeyni -ks- kendisini taklit mercileri arasında gösteren her türlü haberden kaçınıyordu; nitekim birçok talebesi ve yakınları İmam’ın fıkhi eserleri ve kitaplarından bihaberdi. Ayetullah Yusuf Sanei bu konuda şöyle diyor:
İmam bir dönem bazı kitapların üzerine şerh yazmıştı. Gerçi biz İmam’ın evine çok girip çıkıyorduk, ama biz bile bu alanda iki kitap yazdığını bilmiyorduk. Oysa taklit mercii olmak isteyen bir alim en azından yakın dostlarına bu tür fıkhi eserleri yazdığını bildirir, fakat İmam hatta bize bile söylememişti. Ayutullah Burucerdi vefat edince, talebeleri İmam’dan bu kitapları yayımlamasını istediler. Biz de ancak o zaman bu iki kitabın varlığından haberdar olduk.
İmam Humeyni -ks- şah rejimi ile mücadele yıllarında taklit mercilerinin şanını korumak üzere siyasi bildiri yayımlamaktan kaçınmasını isteyen Tahranlı bir alime verdiği cevapta, zaten taklit mercii olmaya hevesli olmadığını belirtmişti. Hüccetülislam Murtaza Sadıki bu bağlamda şöyle diyor:
Mücadele yıllarının başlarında İmam çok sayıda bildiri yayımladı. Tahranlı ulemadan biri İmam’a bir mesaj yollayarak İmam’ın taklit mercileri arasında yer alan ve risale sahibi olduğunu ve bu yüzden fazla bildiri yayımlamak kendisine yakışmadığını, bildirilerin sayısını azaltması gerektiğini söylemişti. Mesajı ben İmam’a ilettim. İmam şöyle buyurdu: benim selamını söyleyin ve taklit mercii olmak istemediğini ve sadece görevimi yerine getirmek istediğimi bildirin.