Haziran 14, 2023 11:01 Europe/Istanbul
  • Türkiye'den köşe yazarları

Karar: Asgari ücrete zam mesaisi başladı

Yeniçağ:

Ekonomist İbrahim Kahveci: 10-15 yıl sonra kendi ülkemizde yabancı olacağız

Milli gazete:

CHP'li açık açık söyledi: Kılıçdaroğlu'nu alkışlarla uğurlayacağız!

Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:

...***

Taha Akyol 13 Haziran tarihli Karar gazetesinde, "Yönetemeyen demokrasi"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Türkiye’de 1990’lar, koalisyonlar yüzünden “kayıp yıllar”dır. Fakat Türkiye, en az son beş yılı da CB sistemi yüzünden kaybetti. Gerçi CB Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz, göreve başlarken yaptığı konuşmada, evet, koalisyonların sorunlarını hatırlattı. CB sisteminde seçimlerden sonra hemen hükümet kurulmuş, siyasi istikrar bozulmamıştı…Doğru fakat CB sisteminin büyük sakıncalarını ve tıpkı 1990’lardaki koalisyonlar gibi ülkeyi iktisadi bir çıkmaza sürüklediği gerçeğini görmezden gelemeyiz."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Türkiye’nin sorunu sistem meselesini aşan, daha derin boyutları olan bir “yönetemeyen demokrasi” sorunudur; tıpkı 1990’larda olduğu gibi…

Dünkü şu habere bakalım:

“Türkiye ekonomisi 18 ay üst üste aylık cari açık verdi. Nisan ayında yıllıklandırılmış cari açık da 57,8 milyar dolarla 11 yılın zirvesine yükseldi.”

Halbuki Cumhurbaşkanı Erdoğan yaklaşık on sekiz ay önce şöyle demişti:

“Cari fazla vermeye başlayacağımız günler yakın…” (28 Aralık 2021)

Dahası, “Türkiye Ekonomi Modeli”, yine Erdoğan’ın ifadesiyle “yatırım, üretim, ihracat ve cari fazla” esaslarına dayanıyordu. (15 Ağustos 2022)

Berat Albayrak, TL’nin değer kaybetmesini

“rekabetçi kur” diye alkışlamış, “cari dengeyi rekabetçi kurla sağlayacağız” diye konuşmuştu. (9 Eylül 2020)

Aksine cari açık da döviz sıkıntısı da tavan yaptı. Seçimler için baskılanan döviz aldı başını gidiyor. Dış ticarette teknoloji yetersizliği yüzünden devamlı açık veren bir ekonomide ilk tedbir dövizi sakınmak olmalı, değil mi?

Ama seçim kazanmak için tüketimi körüklüyor, Merkez Bankasının rezervlerini harcıyorsanız bu böyle devam edebilir miydi?

Nitekim “128 milyar dolar” böyle gitti… Merkez Bankası’nın ihtiyat akçeleri, kanunla bütçeye aktarılıp sarf edildi… Merkez Bankası’nın swap hariç net döviz rezervi 1 Haziran’da eksi 60.5 milyar dolara düştü. Prof. Hakan Kara’ya göre, “Türkiye’nin döviz açığı eksi 300 milyar doları gördü.” 2001 krizinden daha ağır bir tablo bu!

Seçim kazandırdı ama önümüzdeki aylara, yıllara çok ağır yükler devretti.

Sistemle ilgili sorun şu: Yıllardır bu gidiş yaşanırken niye sistem içinde hiç kimse ve hiçbir kurum bunu durduramadı? Bu soruyu sormadan sistem analizi yapılamaz.

Merkez Bankası bağımsız mıydı ki, Maliye ile örtülü protokol yaparak elindeki “128 milyar dolar”ı iktidarın emrine sunmayı reddedebilsin!.. Bağımsız mıydı ki swap yaparak topladığı paraları ‘seçim ekonomisi’ne harcamayı reddetsin!..

Meclis çoğunluğu bağımsız mıydı ki, Merkez Bankası’nın ihtiyat akçesini bütçeye aktaran kanun ‘tasarı’sına red oyu verebilsin?..

Meclis’te iktidardan kim “genel görüşme” istemeye cesaret edebilirdi?..

İşte burada “kuvvetler ayrılığı” ve “bağımsız kurumlar” meselesi karşımıza çıkıyor.

...***

Cevher İlhan 13 Haziran tarihli Yeniasya gazetesinde, " Demokratik işbirliği irâdesi yenilenmeli"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Seçim sonrasında dövizin rekor üstüne rekor kırmasıyla tetiklenen zam sağanağıyla ülkenin tam bir ekonomik çöküş felâketine sürüklendiği vartada siyasette tam bir “psikolojik savaş” sürüyor. Öncelikle ana muhalefet partisindeki seçim tartışmalarının peşinen “değişim” perdesinde genel başkanlık yarışı olarak propaganda edilip “ağır mağlubiyet psikolojisi” telkinine kendilerini “muhalif” olarak nitelendiren medyanın da alelacele katılması dikkat çekici."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Oysa “millet ittifakı”nın sadece bir “seçim ittifakı” olmayıp “demokrasiyi inşa projesi” olduğu gerçeği duruyor ve “tek kişilik otoriter sistem”e karşı “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ekseninde demokratikleşmeyi esas alıyor.

“Demokrasi işbirliği” ekseninde hukukun üstünlüğü, temel hak ve hürriyetlerin hayata geçirilmesi hedefiyle “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ortak çalışması ve bu kapsamdaki “Anayasa değişikliği önerisi”yle demokratikleşme stratejisi ve programı deklâre ediliyor.

Keza “millet ittifakı”nı oluşturan altı partinin ortak komisyonlarının bir yıllık yoğun çalışmasıyla, geniş iştişârelerle hazırlanan “ortak politikalar mutâbakatı”nda yasamadan yürütmeye, kamu yönetiminden yargıya ve temel özgürlüklere, bilimden eğitime, sağlıktan savunmaya, sanayiden tarıma bütün alanlarda köklü reformlar ittifak liderlerinin imzasıyla taahhüd ediliyor.

Bu açıdan her ne kadar seçim bitse de “millet ittifakı”nın demokratik parlamenter sistemi ve hukukun üstünlüğünü sağlama birlikteliğinin gereği devam ediyor…

Aslında her ne kadar zaman zaman bazı ittifak ortaklarından “tek başına seçime girecekleri” ya da “ittifaktaki yerlerinin gözden geçirileceği” açıklamaları gelse de, dokuz ay sonra yapılacak mahalli seçimlerde, özellikle büyük şehirlerde başarıyı yenileyip daha da genişletmenin yolunun yine “millet ittifakı”ndan geçtiğini herkes biliyor.

Zira seçim sonrası partilerde iç hesâplı günübirlik atraksiyonların aksine “millet ittifakı” partilerinin demokratik parlamenter sistem irâdesinden caymalarının hiçbir siyasi mesnedi bulunmuyor. Seçim öncesinde olduğu gibi seçim sonrasında da “ayrılığı” halka ve seçmene izâh edecekleri hiçbir mâkul gerekçenin olmadığı ve millet nezdinde kabul görmeyeceği ortada.

Bunun içindir ki “millet ittifakı”, “iktidara iliştirilmiş medya”ca pompalanan, ideolojik saplantılardan kurtulamamış kimi sözde “muhalif medya”nın “kaybetme psikolojisi”ni telkin eden ve “seçimin muhasebesi” perdesinde iktidarın değirmenine su taşıyan dezenformasyonlarla ortalığı bulandırmalarına bakmamalı; yüzde 48’i temsil eden gücünü pekiştirip demokratik direncini yenilemeli.  

Bütün seçim hilelerine, onca baskıya, montaja, yalana ve dolana rağmen milletin yarısının desteğini alan demokratik muhalefetin değeri bilinmeli; ülkeyi bâdireden bâdireye atan “tek kişilik ucûbe otoriter rejim”e karşı demokratik işbirliği irâdesini genişletip tahkim etmeli.

...***

Esfender Korkmaz 13 Haziran tarihli Yeniçağ gazetesinde, " İşsizlik de kronikleşti"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

"1990 yılında yüzde 8, 2000 yılında yüzde 6,5 olan işsizlik oranı, 2002 ve sonrasında yüzde 10 ile yüzde 14 arasında gidip geliyor. Dünya, işsizliği çözdü ve fakat Türkiye’de işsizlik yüzde 10 üstünde bir kronik yapı kazandı. Kaldı ki; TÜİK tarafından yüzde 10,2 olarak açıklanan enflasyon, tarife göre değişir. TÜİK, iş arama umudu kaybolduğu için iş aramaktan vazgeçenleri ve iş aramayıp, çalışmaya hazır olanları işsiz saymıyor. Aslında bunlar da fiilen işsizdir. Toplamı yıllık ve çeyreklik bültenlerde veriliyor. Bu hesaba göre nisan ayı işsiz sayısı 7 milyona çıkıyor. Fiili işsizlik oranı da yüzde 18,1’dir."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

...***

Öte yandan Dünya işsizliği çözmüş iken, biz işsizliğin arkasından dolaşarak, Türkiye şartlarına ve insan psikolojisine uymayan, AB standardı işsizlik hesaplarını devreye soktuk. Gerçekte ise AB toplum yapısı, işsizlik çözümleri ve kurumları bizden farklıdır. Eğer istihdam işsizliği çözmek istiyorsak, Türkiye de fiilen 7 milyon işsizin olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Öte yandan Dünya işsizliği çözmüş iken biz hâlâ kronik işsizlik yaşıyoruz. Söz gelimi, kriz içindeki Arjantin’de bile işsizlik oranı yüzde 6,3’tür.

İşsizlik hiçbir ülkenin kaderi değil. Çözmek zor değil.

Devlet-Piyasa arasında optimal bir denge kurulmalıdır. Bu dengenin kurulmasında, özel fayda-sosyal fayda yararlanılması gereken en iyi kriterdir.

Bu çerçevede, altyapı yatırımlarının bütçe içindeki payını artırmak gerekir. Kamu özel işbirliği yoluyla yapılan yüksek maliyetli ve bütçeyi ipotek altına alan uygulamadan vazgeçilmelidir. Aksi halde bundan sonra Türkiye bütçe ile yatırım yapamaz. Devletin geri kalmış bölgelerde, o bölgenin özelliğine göre, istihdam yaratacak yatırımları bizzat yapması gerekir. Bu yörelerde oturanlar bu işletmelerde çalışmalı ve aynı zamanda ücretlerinden kesinti yapılarak bu işletmelere ortak olmaları ve sonunda bunlara devredilmesi planlanmalıdır. Bu takdirde gelir artışı ve istihdam artışı, o bölgenin kalkınmasına da imkân sağlayacaktır.

Özelleştirme felsefesine dönülmeli, Telekom, köprüler kamulaştırılmalı, 4 kamu bankası özelleştirilmelidir. Devlet inşaat sektöründe yalnızca sosyal konut alanında kalmalı, konut sektöründen tamamıyla çekilmelidir.

Üretimde ithal ara malı ve ham madde girdi oranı yüksektir. Böyle olunca, işsizliği çözmek mümkün değildir. Girdi ithal ettiğimiz ülkelerde istihdam yaratmış oluyoruz. Bu nedenle her şeyden önce halen yüzde 40 üstünde olan üretimde kullandığımız ara malı ve ham madde oranını yüzde 15 seviyesine düşürmeliyiz. Bunun için içerde üretime yüksek teşvikler vermek gerekir.

 

Etiketler