Kâbe’nin mevludu Hz. Ali -s-
Bu yıl 13 Mart tarihine denk gelen kameri 13 Recep günü, İslam Peygamberi’nden -s- sonra İslam’ın en büyük şahsiyeti İmam Ali bin Ebu Talib’in -s- veladet yıldönümü. Allah Resulü’nün -s- en yakın yar ve yardımcısı Hz. Ali’nin -s- veladet yıldönümü kutlu olsun.
Muhammed emin -s- amcası Ebu Talib’in evine geldi. Ebu Talib’in eşi Esed kızı Fatıma Muhammed’e -s- saygı göstermek üzere yerinden kalktı. Muhammed -s- şöyle buyurdu: Ana, siz hamilesiniz; rica ediyorum, yerinizden kalkmayın. Ben benim hatırım için yerinizden kalkmanızı istemiyorum. Muhammed’i -s- oğlu gibi seven Fatıma şöyle dedi: Allah’a and olsun, ne zaman seni görsem, karnımda taşıdığım bebeğim beni ayağa kalmaya zorlayacak şekilde yerinden oynuyor.
Fatıma gebeliğinin son günlerinde daha sık Kâbe’yi tavaf etmeyi gidiyordu. Bu günlerden birinde Mescid-i Haram’da oturan insanlar şaşkınlıkla Kâbe duvarının bir bölümü yarıldığı ve Ebu Talib’in eşi Fatıma Kâbe’nin içine girdiğine ve yine onların şaşkın bakışları önünde duvarın çatlayan kısmı yeniden kapandığına şahit oldular.
Olay hızla tüm Mekke’ye yayıldı; kadın erkek herkes merakla bu harikulade hadisenin sonu ne olacağını merakla beklemeye başladı.
Ebu Talib’in eşi üç gün Kâbe’de kaldı. Dördüncü gün Kâbe’nin çevresinde toplanan insanlar yine hayret içinde Kâbe duvarı aynı yerden bir kez daha çatladığını ve bu seçkin kadın elinde bebeği ile Allah’ın kutsal evinden çıktığına şahit oldu.
Kısa bir süre sonra Fatıma tebessümle orada bulunanlara şöyle dedi: Ey insanlar, Allah beni pak fıtratlı bebeğimin hatırı için başka kadınlardan üstün kıldı; zira şimdiye kadar hiç bir kadının Kâbe’de doğum yapma izni olmamıştı; ancak yüce Allah evini, evladımı bu kutsal mekanda doğurmak üzere bana sundu.
Fatıma yeni doğan bebeği kucağında evine döndüğünde, Muhammed emin -s- oradaydı. Fatıma’nın pak evladı o ana kadar gözünü açmamıştı. Muhammed -s- amcasını eşini kutlayarak bebeği kucağına aldığında, gözlerini açtı. Muhammed -s- bebeğin yüzünü öptü ve ona Ali adını verdi ve amcasını ve eşini bu bebeğin pek parlak bir geleceği olacağı ile müjdeledi.
Ali -s- henüz altı veya sekiz yaşındayken, Mekke’de büyük kıtlık yaşandı. O günlerde evleri muhtaç insanların uğrak yeri olmuş ve Ebu Talib’in omuzuna ağır bedel yüklenmişti. Hz. Hatice -s- ile evlendiği için zengin olan Muhammed emin -s-, Mekke’nin zengin insanlarından biri olan diğer amcası Abbas’ın yanına geldi ve ondan Ebu Talib’e yardımcı olmasını istedi. Daha sonra ikisi birlikte Ebu Talib’in yanına gittiler ve şöyle dediler: biz maslahat gördüğün evlatlarından herhangi birini yanımıza almaya hazırız.

Ebu Talib bu öneriye olumlu karşılık verdi. Böylece oğlu Cafer amcası Abbas’ın ve diğer oğlu Ali -s- de Muhammed emin’in -s- evine taşındı. Bundan sonra Ali -s- Muhammed eminin -s- evinde büyüdü. Bu ev daha sonra İslam’a davetin başladığı nokta oldu. Ali -s- bu sürecin tüm aşamalarında Allah Resulü’nün -s- yar ve sadık yardımcısı oldu ve onu hiç bir zaman yalnız bırakmadı.
Hz. Ali’nin Allah Resulü -s- ile birlikteliği onu en yüce ahlaki ve insani mekarimle alıştırdı; öyle ki Resulullah efendimizin -s- nefesi ve canı gibi oldu. Allah Resulü -s- Hz. Ali’yi -s- ilim ve hikmetin kapısı olarak ilan ederek şöyle buyurdu: Ben ilim şehriyim ve Ali bu şehrin kapısıdır. Kim ilim istiyorsa, bu kapıdan girmelidir.
İmam Ali -s- adaleti, ilahi ahkamın ruhu ve cismi olarak bilirdi. Bu yüzden o hazret Müslümanların başına geçmeyi kabul ettiği sırada en büyük amacı adaletin uygulanması ve Müslümanların kaybettiği hakların iade edilmesinden ibaret olduğunu belirterek şöyle buyurdu:
Tohumu yaran ve canı yaratan Allah’a and olsun, eğer biat edenlerin sayısının fazlalığı olmasaydı ve eğer arkadaşlar hücceti bana tamamlamasaydı ve eğer Allah ulemadan zalimlerin oburluğu ve mazlumların açlığı karşısında susmamaları için söz almamış olsaydı, hilafet devesinin dizginlerini hörgücü üzerine atar ve onu bırakırdım.

İmam Ali -s- özel hayatında da adaleti, dost düşman, herkesi hayrete düşürecek şekilde uygulamıştı. Günlerden bir gün Şam iktidarını gasp eden Muaviye, İmam Ali’nin yaşlı ve görme engelli kardeşi Akil’den sordu:
Kızgın demirin macerası nedir? Akil şöyle anlattı: Bir dönem hayatım çok zorlaştı ve yoksulluk ve fakirlik canıma tak etti. O sıralarda kendi kendime kardeşim iktidarın başına geçti, elinde birçok mal bulunuyor; ona gideyim ve yardım isteyim, dedim. Bu niyetle gece karanlığında evlatlarımın birinin yardımı ile Ali’nin -s- evine gittim. Ali -s- oğluma odadan çıkmasını ve bizi yalnız bırakmasını istedi. Oda tenhalaşınca Ali -s- bana yaklaş, gel al şunu dedi. Bana bir kese altın vereceğini zannederek büyük bir tamahla yaklaştım ve elimi hızla uzattım; fakat birden elime kızarmış bir demir parçasını yaklaştırdığını fark ettim. Demirin sıcağından ve elimi yakmasından duyduğum acı ile bağırdım. O sırada Ali -s- bana şöyle buyurdu: Ne oldu? Sen fani dünyanın ateşi ile kızan bir parça demirin hararetine tahammül edemiyorsun da, ben nasıl cehennemin yakıcı ateşinden inlemeyim? Ali -s- ardından şöyle dedi: Bil ki, Allah tealanın senin için belirlediğinden başka, Beytülmalden benim yanımda hiç bir hakkın yoktur.
İmam Ali’nin -s- baş düşmanı olan Muaviye farkında olmadan ah çekerek şöyle dedi: Heyhat ki artık kadınlar Ali gibi evlatları doğuramıyor.
İslam dininin yüce değerlerinden biri zühddür. Zühd, dünyaya rağbet etmeyip kendini ibadete verme, nefsini her türlü zevkten alıkoyup ibadet yolunu seçme, perhizkarlık, takva demektir. İmam Ali -s- zühdü şöyle anlatıyor:
Zühd, hiç bir şeyin olmaması demek değildir. Zühd, hiç bir şeyin sana sahip olmaması demektir.
Buna göre İmam Ali -s- bizzat en seçkin zahidlerden biriydi, fakat Allah Resulü -s- gibi ruhbanlığa ve inzivaya çekilmeye karşı çıkıyordu.
Rivayetlere göre günlerden bir gün, Ala adında adamın biri İmam Ali’nin -s- huzuruna çıktı ve şöyle arz etti:
Ey Emirülmüminin, ben kardeşim Asım bin Ziyad’dan şikayetçiyim. İmam -s- sordu: Kardeşin sana ne yaptı ki? Ala şöyle anlattı: Kardeşim ibadet etmek ve dünyaya yüz çevirmek ve bir köşeye çekilmek üzere bir aba giymiş. İmam -s- Asım’ı getirmelerini emretti. İmam -s- Asım’ı görünce şöyle buyurdu: Ey kendi canına kasteden sen, yoksa içine şeytan mı girdi ve sen onun oklarının hedefi mi oldun? Acaba ailene ve evlatlarına acımaz mısın? Ne zannediyordun? Allah tüm dünyevi güzellikleri ve nimetleri sana helal kıldığı halde onlardan yararlanmayı istemediğini mi zannediyorsun?
Asım şöyle arz etti: Ey Emirülmüminin, o zaman neden sen şu sert elbise ve şu hoş olmayan yiyecekle yetiniyorsun? Oysa sen bizim imamımız ve önderimizsin ve bizim sana uymamız gerekir? İmam şöyle cevap verdi: Eyvahlar olsun sana. Ben senin gibi değilim. Allah hak önderlerine kendilerini sıkmalarını ve toplumun zayıf kesimleri gibi yaşamayı, böylece fakirin fukaralığı onu galeyana getirmemesini ve Allah’ın emirlerine karşı çıkmamasını mukadder buyurmuştur.
Her pak insanın takdir ettiği ahlaki faziletlerden biri kerem ve cömertliktir. Cömertliğin işaretlerinden biri, bunu yapan insanın bağışta bulunduğu kimsenin mümin mi yoksa kafir mi, itaatkar mı yoksa asi mi, şerefli mi yoksa alçak mı, olduğunu düşünmemesidir. Cömert insan kendisi açken başkasını doyurur, kendisi çıplakken başkasını giydirir, başkasına bağışlar, fakat bunu minnet konusu yapmaz. Nitekim günlerden bir gün kafirlerden biri İmam Ali’den -s- kılıcını istedi; İmam da hemen kılıcını ona bağışladı. Kafir adam kılıcı alınca zafer kazanmış gibi şöyle dedi: hiç kimse düşmanına kılıcını vermez. İmam ise şöyle buyurdu: Sen bana hacet eli uzattın; bense bir dilencinin elini geri çeviremem. Kafir adam bu sözleri duyunca çok utandı, öyle ki o anda İslam dinini kabul etti.
İmam Ali -s- sadece malını bağışlamakla da yetinmiyordu ve birçok kez hakkı savunmak üzere canını bile ortaya koydu. Nitekim İslam Peygamberi -s- Medine’ye hicret ettiği gecede o hazretin yerine yatağına girdi ve canını Allah ve Resulü yolunda feda etmeye hazır olduğunu ortaya koydu.