Stanford Hapishane Deneyi Bitmedi; Sadece Filistin’e Taşındı
Parstoday – Stanford hapishane deneyi, Siyonistlerin Filistinlilere uyguladığı sistematik şiddeti anlamak için sadece bir örnektir.
1971 yılında Stanford Üniversitesi'nde yapılan bir deneyde öğrenciler gardiyan ve mahkûm rolleriyle iki gruba ayrıldı. Sadece birkaç gün içinde bu simülasyon kontrolden çıktı. Gardiyanlar aşağılamaya başladı, mahkûmlar ise ya boyun eğdi ya da çöktü. Denetimsiz biçimde güç verildiğinde, sonuçlar korkunç oldu. Parstoday’in “The New Arab”dan aktardığına göre bu bir psikoloji çalışmasıydı, ancak sistemsel şiddeti anlamak için bir pencereye dönüştü. Bu deneyin sinema uyarlamasını izlerken, ortaya çıkan sonuçların Filistin’deki gerçek yaşama ne kadar benzediğini fark etmemek mümkün değil.
Laboratuvarda üniversite öğrencileri egemenliği "oynadı", Gazze ve Batı Şeria’da ise bu egemenlik her gün gerçek hayatlarda uygulanıyor. Bedeli ise gerçek canlar oluyor.
Her iki durumda da başlangıçta düzen gibi görünen şey, aslında çok daha yıkıcı bir yapıyı gizliyor. Yapılar, davranışları şekillendirir. Deneydeki gardiyanlar baştan sadist değildi; onları bu hale getiren, içinde bulundukları ortamdı. İşgal de aynı şekilde işler: Şiddetin normalleştiği, itaatin barış gibi gösterildiği bir ortam yaratır.
Filistin’deki güç rejimi, suya, elektriğe, hareket özgürlüğüne ve hatta ölüm zamanına kadar her şeyi kontrol ediyor. Gazze halkı kuşatma altında yaşıyor. Onların hapishanesi fiziksel, bürokratik ve psikolojik bir hapishanedir. Filistinliler sadece topraklarını değil, onurlarını da yitirdiler. Bu yapı onları kırmak üzere tasarlandı.
Aynı zamanda bilgi sansürü krizi daha da karmaşık hale getiriyor. İsrail’in yabancı gazetecilerin Gazze’ye girişini engellemesi, dünyayı bu çatışmayı bizzat yaşayanların anlatılarına bağımlı hale getirdi. Bu durum şu soruyu gündeme getiriyor: Bu engellerin ardında hangi gerçekler gizleniyor?
Bu soruya cevap verebilecek seslerden biri, Gazze’de yaşayan 28 yaşındaki şair, yazar ve çevirmen Muhammed Ebu Lebde (Mohamed Abu Lebda). Kendi ifadesine göre beş savaştan sağ kurtulmuş. Şöyle yazmış:“Biz sıradan bir aileyiz, barış içinde yaşardık, kalbimiz sevgiyle doluydu, sıcak ve küçük evimizde. Her şeyimizi kaybettik: Evimizi, işimizi. Geride hiçbir şey kalmadı.”
Aylarca süren sessizliğin ardından, bu acı dolu mesajı WhatsApp üzerinden bu makalenin yazarına gönderdi ve özür dileyerek yardım istedi:“Birkaç gün önce sana yazmak istedim ama burada durum hiç istikrarlı değildi. Bu en zor dönem. Aç olduğumuzda, güvenlik bir anlam ifade etmiyor. Bir fırsat var mı? Ya da yazar arayan bir platform?”
Bu, felaketin içinden yazan birinin tanıklığıdır. Aramızdaki en yetenekliler bile hayatta kalmak için konuşmadan önce yardım dilenmek zorunda kalıyorsa, kuşatma ve sansürle dayatılan sessizlik daha da affedilmez hale gelir.
Stanford Deneyi 6 Gün, Filistin 70 Yıl
Stanford Deneyi’nin altı günde ortaya çıkardığı şey, Filistin’de yetmiş yılı aşkın süredir yaşanıyor. Bu benzetme dramatik etki için yapılmıyor; bir grubun başka bir grup üzerinde sınırsız kontrolü olduğunda neler yaşanabileceğinin doğrudan yansımasıdır. Stanford Deneyi, insan doğası hakkında söyledikleri nedeniyle bir haftaya varmadan sonlandırıldı. Ama Filistin’deki acımasız işgal hâlâ sürüyor.
Amerika: Suç Ortaklığı
Bu süreçte ABD masum bir gözlemci değil. Sağladığı maddi yardım ve siyasi koruma, İsrail’in insanlığa karşı suçlarını sürdürmesine olanak tanıyor.
ABD’deki hükümetler değişse de, İsrail’e silah gönderimi aralıksız devam ediyor; dünya İsrail’in vahşetine uyanıp tepki göstermeye başladığı hâlde bile.
Siyasi liderler hâlâ kelimeler üzerinde tartışırken, Gazze’de çocuklar enkaz altından çıkarılıyor. Bunlar, Amerikan vergi mükelleflerinin parasıyla desteklenen bir sistemin doğrudan sonuçlarıdır.
Son Söz: Filistin Bir Metafor Değil, Bir Sınavdır
Stanford Hapishane Deneyi yalnızca bulgularıyla değil, yaşadığı ahlaki çöküşle de hatırlanır. Katılımcılar gerçek acılar çekti. Araştırmacılar tarafsızlıklarını kaybetti, gözlemlemeleri gereken rollerle bütünleştiler.
Ancak Filistinliler "mahkûm" rolünü seçmiş değiller. Onlara dayatılan bu kısıtlamalar gönüllü değil; doğdukları andan itibaren üzerlerine zorla giydirilmiş bir gerçekliktir. Evleri bir metafor değildir, acıları bir teori değildir, direnişleri ise yalnızca bir sembol değildir.
Ve buna rağmen ayakta kalmaya devam ediyorlar. Onları silmek için tasarlanmış bir sistemde, Filistinliler görünmekte ve duyulmakta ısrar ediyorlar. Evlenmeye, çocuk yetiştirmeye, şiir yazmaya ve ellerinden alınan toprakları ile hayatlarını geri kazanmaya mücadele ederek devam ediyorlar.