Nisan 05, 2016 08:30 Europe/Istanbul

Geçen bölümde de belirtildiği üzere Hristiyan dünyasında sekularizmin ortaya çıkışına sebebiyet veren bir çok önemli etken İslamî kültür ve düşüncede söz konusu olamaz.

Yine geçen bölümlerde Hristiyan kültür ve düşünce ile İslamî kültür ve düşünce arasındaki bazı farklılıklara değindik. Örneğin tahrifata uğramamış semavi kitap sahibi olmak veya olmamak, ilim ve din arasındaki ilişki biçimi veya akıl ve iman arasındaki bağlantıya bakış açısı bu farklılıklardan bazılarıydı.

Bugünkü sohbetimizde İslam kültürün şartlarını Batı'da sekularizmin ortaya çıkış şartlarından farklı kılan bir başka İslamî öğretiden söz etmek istiyoruz. Bu öğreti dünyaya ve dünyevi yaşama bakış açısıyla ilgilidir.

Hristiyanların dünyevi yaşama bakışı ruhbanlık anlayışında kendini gösteriyor. Gerçi tüm Hristiyanlar yaşamlarında ruhbanlığı ve bir rahip gibi yaşamayı seçmiyor, fakat tarihi belgelere göre bireysel ve toplumsal ruhbanlık anlayışı ta miladi birinci yıldan itibaren hristiyanların arasında hakim olan bir yöntemdir. Gerçi bu yöntem miladi üçüncü yüzyılda zirveye tırmanmaya başladı. Hristiyan rahipler manevi ve irfani ruhunu derinleştirmek için sürekli manastırlarda ve kiliselerle inziva köşesine çekilir. Bu insanlar dış dünya ve maddi meselelerle tüm irtibatı kendilerine haram sayar ve bir çok durumda asla kendileri için mülkiyet hakkı bile tanımaz ve izdivaç ve aile ocağı kurmaktan kaçınırlar. Katolik mezhebinde papazlar ve ruhanilerin evlenmesi kesinlikle haramdır.

İncil'in önemli bir bölümünü yazan Polos adlı rahip bekar yaşamış ve şöyle diyormuş: benim arzum, sizlerin her türlü kaygıdan uzak durmanızdır. Bekar insan ilahi işlere ilgi duyar ve tanrıyı hoşnut etmek ister, ama evli insan dünyevi işlere ilgi duyar ve eşini hoşnut etmek ister ve bu yüzden iki yöne sürüklenir. Sizin hayrınız için bunları söylüyorum ve amacım size kısıtlama getirmek değil, sadece doğru olanı yapmanızı istiyorum ve hiç bir kaygınız olmaksızın tüm zamanınızı ve varlığınızı tanrıya adamanızı umuyorum.

Polos'un bu iddiası, Hz. İsa'nın tüm havarileri evli oldukları ve ruhbanlık yolunu seçmedikleri halde gündeme geliyor. Her halükarda Polos'un propagandasını yaptığı düşünce Hz. İsa'ya yakın insanların icraatından daha fazla yaygınlaştı.

Ruhbanlık yaşam tarzının asırlar boyu devam etmesi, hristiyanlık düşüncesinde bu dünyanın kötü olduğu ilkesinin benimsendiğini gösteriyor. Yine Hristiyanlığın önde gelen büyüklerinin ruhbanlık anlayışını ve yaşam tarzını seçmeleri aslında bu dünyadan ve nefsani eğilimlerden el çekerek uhrevi saadet ve imanda daha yüksek mertebelere erişmenin mümkün olduğuna dair bir mesaj içerir. Hristiyanlık öğretilerine göre dünya kötüdür ve insanın dünyada varlığı, ilk insan olan Hz. Adem'in işlediği günah yüzündendir, o zaman bu dünyanın lezzetlerinden ve güzelliklerinden vaz geçmek insanın saadeti ve hidayete ermesi için daha uygundur.

Dünyevi yaşama bu bakış açısı 16. Yüzyılda Protestan mezhebinin ortaya çıkmasına yol açtı. Proteston mezhebinin kurucusu Martin Luter bu düşünceyi kabul etmiyordu ve izdivaç ve dünyadan yararlanma insanın hidayete ermesine aykırı olmadığını savunuyordu. Luter papazlara da evlenme hakkı tanınması gerektiğini belirtiyordu.

Gerçi Protestanlık, Hristiyanlığın dünyadan elini çeken liderlerinin düşüncesinde bazı değişikliklere yol açtı, fakat Katolikler ve Ortodokslar hala ruhbanlık yaşam tarzının üstünlüğüne vurgu yapıyor. Her halükarda bu düşünce 16. Yüzyılda Hristiyanlık alemine hakim olan rakipsiz bir düşünceydi. Oysa bu yöntem insan fıtratına aykırıdır ve bu yüzden de zaten kiliselerde ahlaki ve iktisadi açılardan bir çok sapmalar baş gösterdi. Bugün bu sapkınlıklar hala devam ediyor ve kitle iletişim araçlarının gelişmesi ile beraber artık bu tür sapkınlıklar örtbas da edilemiyor. Papa da arada bir büyük bir utançla bu sapkınlıkları doğrulamak zorunda kalıyor. Gerçekte bu düşüncenin Hristiyanların dünyasına hakim olması dinin insanların yaşamının çeşitli alanlarından ayrılması düşüncesini doğuran bir başka etkendi.

Gerçekte tüm semavi dinler ve ilahi peygamberler insanları hayır ve hidayete davet etmiştir ve kuşkusuz insanı yaratan Allah insan fıtratına aykırı emretmemiştir. Tarihin de şahadet getirdiğine göre İslam Peygamber'inden –s– önceki peygamberlerin tealimi bir takım değişikliklere, sapmalara ve tahrifata maruz kaldı. Nitekim beşerin ilahi tealimleri tahrifattan korumaktan aciz kalması yüzünden sürekli Allah tarafından yeni peygamberler gönderildi ve böylece ilahi hidayet meşalesinin sönmesi önlendi.

İslam dini ise son ilahi dindir ve beşeri toplum miraslarını korumaya gücü yetmeye başladığı şartlarda zuhur etti. Bugün dünyanın tüm düşünürleri ve tarihçilerinin itiraf ettiği üzere Müslümanların ilahi kitabı Kur'an'ı Kerim nazil olduğu günden beri hiç bir şekilde tahrifata maruz kalmamıştır. İslam Peygamberi'nin –s– tealimi de ehli beytine mensup olan masum imamların –s– sayesinde rihletinden iki asrı aşkın bir süre tahriflerden korundu.

Peki, hem son ve hem en mükemmel din olan İslam dini dünya ve dünyevi nimetlerden yararlanma konusunda ne diyor ve nasıl düşünüyor?

İslamî asil düşüncede dünya ve maddi nimetler başlı başına kötü değildir ve insanı yetiştirmek ve saadete erdirmek için birer araçtır. İslam dininde zühd ve takva olarak gündemde olan düşüncenin özel anlamı vardır ve şöyle açıklanabilir. İslam Peygamberi şöyle buyurur: Dünya ahiretin tarlasıdır. İnsan dünyevi yaşamında ve başka insanlarla teamüllerinde bir çok erdeme erişebilir. Yine İslam tealiminde dünyevi zevklerden ve sosyal ilişkilerden el çekmenin yeri yoktur. Kur'an'ı Kerim ruhbanlık yolunu seçen Hz. İsa'nın izleyenleri hakkında şöyle buyurur: Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık.

Buna göre de Allah Resulü –s– şöyle buyurur: İslam'da ruhbanlık yoktur.

Allah Teâlâ Kur'an'ı Kerim'de eş, evlat, doğa, türlü helal besinler gibi birçok maddi ve dünyevi nimetten söz etmiş ve tüm bunları kendisinin ayetleri ve işaretleri olarak açıklamıştır. Kur'an'ı Kerim'de yer yer bu nimetlerin üzerine yemin edilmiş ve insanın ilahi fıtratı çerçevesinde bu nimetlerden yararlanmak sadece caiz değil aynı zamanda gerekli beyan edilmiştir.

Kur'an'ı Kerim ayetleri ve masum imamlardan –s– geriye kalan rivayetlere göre insanın kendini maddi ve dünyevi nimetlerden tamamen mahrum bırakmaya asla hakkı yoktur. İmam Sadık –s– şöyle buyurur: Akıllı bir Müslüman için üç şeyden başka şeyleri düşünmemesi uygundur. Bunlar yaşamını düzeltmek, ahiret için bir şeyler biriktirmek ve helalden başka zevk aramamaktır.

İslam dini ruhbanların ve dünyadan el çekenlerin aksine bekar kalmayı fazilet bilmediği gibi, bunu kınamış ve men etmiştir. Allah Resulü –s– bu konuda şöyle buyurur: Biri kızınızı istemeye gelince, eğer ahlakı ve dini makbul ise kabul edin, eğer böyle yapmazsanız yeryüzü fitne ve fesatla dolup taşar.

Allah Teâlâ da Kur'an'ı Kerim'da şöyle buyurur:

Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.

İslam öğretilerinde hatta bu maddi nimetleri sevmek reddedilmez. Allah Teâlâ'nın insanın içine yerleştirdiği ilgi ve sevgi sebepsiz değildir. Bu durumda Kur'an'ı Kerim'in dünyevi hayatı sapma, kanma ve gaflet sebebi saydığı durumlar daha dakik anlam kazanır. Şehit Mutahhari bu konuda şöyle diyor: Kur'an'ı Kerim'in reddettiği şey, dünyevi maddi işlere bağımlı olmak, gönül bağlamak ve yetinmektir. Eğer maddi dünya insanın nihai hedefi ve ideali ve kemal derecesi olursa İslam'da bu reddedilir, çünkü ebedi saadete erme yolunda bir engeldir. Kur'an'ı Kerim dünya ehli olanların şöyle anlatır: Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar da vardır muhakkak. Bu ayette maddiyata razı olmak, yetinmek ve onunla rahat bulmaktan söz edilir ki bu dünya ehli olanların vasfıdır ve reddedildiğini ifade etmektedir.

Böylece zühd ve takva İslam dininde, insanın maddi dünyayı ideal olarak benimsememesi ve maddiyatın içinde boğulup gitmemesi ve esas insani gevherini gözetlemesidir. İnsan ideal kemalini Allah Teâlâ'yı hoşnut eden uhrevi saadeti olarak belirlemeli ve maddi nimetlerden bu yönde ve ilahi fıtratına göre yararlanmalıdır.

İslamî ahkam, zevk, içgüdü ve maddi ihtiyaçlara bağlı kalmak insanı, insanın hak ettiği şayeste kemal yönünde ve ebedi saadete ulaşma doğrultusunda hidayete erdirir. İslam'ın zühd ve takvadan sunduğu tamamen farklı bu tanım, müslümanların bu dünya ile yüzleşmelerinde pasif davranmamalarına vesile olur. Böylece bu dünya müslümanlar için din ile çelişen bir nesne değildir ki ilahi fıtrata uygun bir yaşam için İslam'ın tealimlerinden başka bir şeyin peşinden gitsinler. 015