Nisan 16, 2016 08:21 Europe/Istanbul

Geçen bölümlerde sekularizmin genel anlamında dinin insanın yaşamından soyutlandırılması ve bireysel bir zevk seviyesine indirgenmesinden ibaret olduğunu ve bu düşüncenin Batı kültürü ve hristiyanlık inancının ürünü olduğunu anlattık.

Yine geçen bölümlerde hristiyanlık aleminde sekularizmin ortaya çıkış nedenlerini ve şartlarını irdeledik ve İslamî düşünce ile hristiyanlığın bu bağlamda farklılıklarını masaya yatırdık ve ardından sekularizm düşüncesinin fikri temelleri olan hümanizm ve bilimselcilik ve akılcılık ve liberalizm ilkelerini irdeledik ve en son İslam açısından özgürlük kavramını irdeledik.

Sekularizmin temel tanımlarından bibri, dinin siyasetten ayrı olduğudur. Bu yüzden bugünkü sohbetimizde İslam ve hristiyanlık açısından din ile siyaset arasındaki irtibatı gözden geçirmek istiyoruz.

Gerçekte dinin siyasetten ayrı olduğu düşüncesi, dinin sadece ibadi ve manevi konularla sınırlı olduğu ve sosyal ve siyasi hükümlerden yoksun olduğu ve bu yüzden hükümet kurarak toplumu yönetemeyeceği gibi yanlış bir algıya dayanır. Peki ama bu algının temeli nedir?

Siyaset ve diyanetin birbirinden ayrı olduğu düşüncesi tahrifata uğrayan hristiyanlık ve İncil’e dayanır. Meta incilinde şöyle diyor: İki kılıç vardır ki bir kişinin elinde olamaz. Bunlardan biri siyasi güç kılıcıdır ki imparatorun elinde olmalı, diğeri de dini güçtür ki Papa’nın elinde olması gerekir.

Bu ayrışma hristiyanlık inancının kesin ilkelerinden biri sayılırdı ve bu inanç ilk başta siyasi güç iddiası yoktu. Fakat kilisenin iktisadi gücünün artması ve hristiyanlık inancı daha fazla topraklara yayılmasının ardından yavaş yavaş siyasi güç de pratikte kilisenin gözetimi altına girdi, öyle ki krallar ve imparatorların meşruiyetlerini kiliseden almaları ve ülke yönetiminde ve hatta ilmi ve iktisadi işlerde kiliseye uymaları gerekiyordu. Nitekim engizisyon ve muhaliflerin işkence edilmesi de kilisenin talimatı ve devletlerin desteği ile gerçekleşiyordu.

Öte yandan kilise kendini halkın canı ve malının mutlak sahibi ve hakimi biliyordu ve insanlara hiç bir şekilde hiç bir türlü hakkı tanımıyordu. O dönemde hakim olan bu düşünceyi bir sonraki sohbetimizde ele alacağız, fakat burada sadece hatırlatmak isteriz ki kilisenin öğretilerine göre öz itibarı ile ilk günaha bulaşan ve Hz. İsa’nın kurban olmasının ardından Allah tealanın lanetinden kurtulan insanın hiç bir hakkı yoktu ve sadece kilisenin emirlierine itaat etmek ve azaba katlanmak ve bağışlanmak için para ödemekle yükümlüydü.

Puls’un temelini attığı hristiyanlığın tahrifata uğramış ögretilerinde insanların hakları ve özellikle seçim hakkı tamamen gözardı edilmişti. Bir başka ifade ile kilisenin mutlak hakimiyetini kabul etmek, halkın kesin haklarını inkar etmekle eşdeğerdi. Gerçekte kilisenin halkla ilişkisi bir nevi mal ve malik ilişkisiydi.

Hakimle halk ilişkisi hakkında genel olarak iki görüş söz konusudur. Bir görüş ortaçağda söz konusu olan görüştü ve hakimle halk ilişkisi mal ile malik ilişkisidir. Bu görüş, ortaçağ kilisesinin savunduğu ve propagandasını yaptığı görüştür.

Bir başka görüş, halkı hak sahibi tanıyan ve hakimi de insanların haklarına kavuşmalarına hizmet eden emin sayan görüştür. Kur'an'ı Kerim ve İslam Peygamberi’nin –s– siyerine göre İslam dini ikinci görüşe inanır ve aynı zamanda bu görüşü savunan diğer düşüncelere nazaran diğer düşüncelerin yoksun olduğu derin bir bakışı ve has titizliği söz konusudur.

Ayetullah şehit Mutahharı hakimle halk ilişkisi hakkında Hz. Ali’nin –s– mektuplarını ve hutbelerini içeren Nehcül Belağa’ya işaret ederek şöyle yazıyor:

Bu şerefli kitabın mantığına göre İmam ve hükümdar, halkın haklarının emini ve koruyucusu ve onlara karşı sorumludur. Eğer hükümdar ile halk arasında biri ötekinin hizmetinde olması gerekiyorsa, , halkın hükümdara hizmet etmesi değil, asıl halka hizmet eden hükümdardır.

İslam dininde halk, hükümdarı seçmek ve onu gözetlemek ve eleştirmek gibi zati ve doğal haklara sahiptir.

İslam öğretilerine göre Allah’a iman etmek, insanların haklarına yönelik tehdit değil, asıl bu hakların desteği ve dayanağıdır. Gerçekte Allah tealaya iman etmek gerçekte adalet düşüncesi ve insanların zati haklarının temelidir. Aslında ancak Allah tealanın varlığını kabul ederek insanların zati haklara ve Allah vergisi keramete sahip olduklarını ispat edebiliriz. Yine ancak yegane ve adil olan Allah’a inanmakla beşeri tezlerden bağımsız bir hakikat olarak adaletin zarureti ispat edilebilir. Bundan başka, adaletin uygulanması ve insanların haklarının eda edilmesi için en önemli güvence din ve dini inançlardır.

Kilise, hristiyanlık inancında yapılan tahrifat yüzünden insanların sosyal yaşamı için hiç bir ilahi programı bulunmadığı halde yeryüzünde Allah’ı temsil ettiğini iddia ediyordu. Hristiyanların elinde bulunan kitaplar genellikle ibadi ve ahlaki hükümleri ve değerleri içerir ve toplumu yönetme doğrultusunda her hangi bir tavsiye veya ilkeden yoksundur. Bu durumda doğal olarak şimdiki hristiyanlığın dini kültüründe dinin siyasetten ayrı olduğu anlayışı hakim olmuş ve iktidar siyasi yöneticilerle kilise arasında paylaşılmıştır.

İslam ahkamı ve Kur'an'ı Kerim ayetleri kısaca gözden geçirildiğinde, İslam’ın geniş kapsamlı bir din olduğu ve insan yaşamının tüm boyutlarını gözetlediği ve insanları tevhit ve ibadete davet ederek bir takım ahlaki hükümler ve bireyleri geliştirme öğretileri içermenin yanında, hükümet, siyaset, iktisat, toplum, yargı, hukuk ve uluslararası ilişkiler gibi alanlarda toplumu doğru biçimde yönetebilecek hükümleri ve tealimi de içerdiği anlaşılır. Kuşkusuz bu hükümleri ve tealimi yürütmü gücü olmaksızın uygulamak mümkün değildir ve dini hükümet gerçekte toplumu ilahi yasalarla yöneten ve insanların kemale ermeleri için gelişmelerine ve yeteneklerini sergilemelerine zemin hazırlayan ve insanların rahatça yaşayabilmesi için salih ve şayeste bir toplum inşa eden ve sosyal ahlaki fesatla ve insanın dünya ve ahiretini heba edecek her türlü kötülükle mücadele eden bir hükümettir.

Sekularizmi savunan bazı yazarlar İslam’ın hükümetle ilişkisi zati bir ilişki değil, tarihi bir ilişki olduğunu belirtiyor. Tarihi ilişkiden maksat, İslam’ın kendi zatında hükümet ve siyaset boyutu olmadığı ve İslam Peygamberi’nin –s– İslamî hükümeti kurması sırf özel tarihi şartlar yüzünden olmasıdır. Ancak bu kesime karşı diğer bazı düşünürler İslam ve hükümetin ilişkisini tarihi ilişkinin çok ötesinde olduğunu belirtiyor. Bu kesime göre İslam dininin zatında siyaset ve hükümet arenasına müdahale etme yer aldığını ve zaman ve mekan etkenleri bu durumu etkilemediğini belirtiyor. Kur'an'ı Kerim sosyal adaleti tüm enbiya için yüce bir hedef olarak tanımlıyor ve sosyal adaleti inşa etmek için dini hükümet ve diyanetle siyaseti bir tutmak gerekiyor.

Öte yandan din ve siyasetin birbirinden ayrı olduğu düşüncesinin sömürü düzeninin beslediği bir düşünce olduğu da belirtilmelidir. Sömürücüler ve onların işbirlikçileri din sadece kilise veya camiye özgü olduğunu ve siyasi ve sosyal meselelere karışmaması gerektiğini telkin etmeye çalışıyor. Bu zümrenin bu telkinden amacı, İslam’ın zalimlerle mücadele, istiklal ve özgürlük talebinde bulunmak ve İslamî hükümet kurmak gibi kitleleri harekete geçiren öğretilerini örtbas etmek ve engellemektir. Bu zümre bu düşünceyi yaygınlaştırarak gerçek İslam’ı müslümanları ve özellikle ulema ve dini liderleri siyasete müdahale etmekten vaz geçirmeye çalışıyor.

Sekular yönetimlerde siyaset, toplumu ihtiyaçları ve maddi maslahatları doğrultusunda ve akıl aracı ile yönetme bilimi veya sanatıdır. Ancak dini açıdan siyasetin hedefi asla beşerin maddi ihtiyaçları ve maslahatı ile sınırlı kalamaz ve bunun ötesinde insanların maddi manevi tüm gerçek ihtiyaçları ve saadete ermeleri gözetilmelidir ve bu hedefe ulaşmak için akıldan başka vahiy ve şeriat de ana kaynaklar sayılır. 015