Nisan 16, 2016 08:26 Europe/Istanbul

Geçen bölümlerde sekularizmin ortaya çıkış sebeplerini irdeledikten sonra sekularizmin fikri temellerini ele aldık ve bu ilkeleri İslamî açıdan masaya yatırdık.

Daha sonra sohbetimizin devamından din ve siyaset arasındaki ilişkiye değindik. Siyasi konularda köklü meselelerden biri, hak ve görev arasındaki bağlantının incelenmesidir. Bu incelemede insanların birbirine ve topluma ve hatta kendilerine karşı ne gibi hakları ve ne gibi görev ve sorumlulukları söz konusu olduğu ele alınırken, elde edilen sonuç, çeşitli siyasi görüşleri birbirinden ayırt etmeye yaramaktadır.

Dinin siyasetten ayrı olduğu düşüncesinin şekillenmesinin bir nedeni, ortaçağda ve kilisenin mutlak güç ve hakimiyet olduğu dönemde din adına insanların en ilkel haklarının inkar edilmesiydi.

Geçen bölümde kilise öğretilerine göre insan öz itibarı ile ilkel günaha bulaşmıştır ve Hz. İsa’nın kurban edilmesi ile Allah’ın lanetinden kurtulmuştur ve bu yüzden her türlü haktan yoksundur. İnsan sadece kilisenin emirlerini yerine getirmeli ve azaba katlanması ve bağışlanmak için kiliseye para ödemelidir.

Pols’un temelini attığı tahrif edilmiş hristiyanlığın öğretilerinde insanların hakları ve özellikle seçim hakkı gözardı edilmişti. Bir başka ifade ile kilisenin mutlak hakimiyetini kabul etmek, insanların kesin haklarını inkar etmekle eşdeğerdi. Gerçekte o dönemde kilise ile halk ilişkisi bir nevi ağa köle ilişkisi gibiydi.

Kilisenin bir nevi iddia ettiği ilahi hükümet teorisi insanların haklarını ve rolünü büyük oranda gözardı ediyordu. Bu anlayışta insanların hakimi seçme hakkı yoktu ve kiliseyi ve hükümdarları eleştirmek veya itiraz etmek affedilmez bir suçtu ve cezası da en acı biçimde ölümdü. Kilisenin bu yanlış tutumu ise insanların ve özellikle aydın hristiyanların sert tepkisini beraberinde getirdi. Muhalifler bu durumla mücadele etmek için “doğal haklar” tezini gündeme getirdi. Bu tezde sırf maddi ve dünyevi çıkarlardan oluşan insanların hakları ve çıkarları savunuluyor ve insanların Allah’a karşı ilahi hakları ve görev ve yükümlülükleri inkar ediliyordu. Ve böylece görevden hakka geçiş süreci başladı ve özgürlük ve hükümdarı belirleme hakkı gibi doğal haklarda dinin her türlü rolü reddedildi.

Aslında insanın doğal haklarının gözetilmesi eski Yunan döneminden miras kalan bir durumdur. Özetle bu tezi savunanlara göre eğer bir şey insanların genel doğasına uygunsa gerçekleşmesi gerekir. Yani insanı doğasının gerektirdiği şeylerden mahrum bırakmamak gerekir. Örneğin insanlar yemek yemeye, konuşmaya ve benzer fiillere muhtaçtır ve bu yüzden hiç bir insan bunlardan mahrum bırakılmamalıdır. Doğanın sabit ve değişmez kanunları vardır ve insan aklı bu kanunları idrak etme gücüne sahiptir ve her insan doğası gereği özel haklardan yararlanmalıdır ve hiç kimse bu hakları insanın elinden alamaz.

Doğal haklarla ilgili tartışmalar çeşitli dönemlerde engebeli bir süreç izlemiş ve bazen radikal yaklaşımlarla beraber olmuştur. Ama genel bir değerlendirmede rönesanstan önce insanın doğal haklarını savunma düşüncesi ilahi yükümlülükleri ve Allah’ın hakimiyeti ile her hangi bir çelişki arz etmediği söylenebilir. Örneğin milattan önce yaşayan Romalı ünlü teorisyen ve hatip Sisron doğal hakları şöyle tanımlıyor: Doğal hukuk cihanşumul, değişmez ve ebedi kanundur ve aklı selim ile idrak edilir. Roma, Atina, şimdiki veya gelecek zaman için farklı kanunlar yoktur ve sadece bir tek ebedi ve değişmez kanun tüm milletler ve tüm zamanlar için geçerlidir. Bizim üzerimizde tanrıdan başka hükümdar yoktur.

Geleneksel fıtri haklar tezi ise, isanların doğanın ve tanrının mahlukları olarak doğanın ve tanrının emirleri ve kanunlarına göre yaşamını yönetmesi ve toplumunu organize etmesi ilkesine dayanıyordu.

Ancak rönesans çağında doğal haklar örfileştirme merhalesine girdi. Uluslararası hukukun babası olarak anılan Grosius şöyle diyor: doğal haklar hatta eğer tanrı olmasaydı bile, elde edilebilirdi.

Gerçekte doğal haklara bu tarzda bir bakış bu hakları kelam ve din ortamından beşeri arenaya taşıdı. Gerçi Grosius’un bu sözleri ilhadi bir görünüm arz ediyor, fakat Grosius dindar bir insandı ve bu sözlerden maksadı, yaratılış kanunlarının sabit, güvenilir ve akılcı olduğunu vurgulamaktı. Ama her halükarda bu tarz bir yaklaşım doğal hakların örfileşmesi ve dinin doğal haklarda rolünün inkar edilmesinin başlangıcıydı.

Günümüzde modernite düşüncesi ve izafiyetçilik düşüncesinin insan yaşamının tüm boyutlarında gündeme gelmesiyle birlikte sabitlik ve süreklilik arz etmekle bağlantılı olan her şey hakkında kuşku duyulmaya başlandı. Doğal haklar da doğa ve fıtratın sabit kanunlarına göre tanımlandığından bu kaideden müstesna değildi. Bu yüzden doğal ve fıtri haklara karşı durumsal ve sözleşmeli haklar yeniden canlandı. Doğal hakların şimdiki savunucuları bu haklara bazı kısıtlamalar getirirken, bazen de bu hakları özgürlüklerin eşitliği gibi bir tek doğal hakka indirgedi. Ancak tüm bu kısıtlamalara rağmen doğal haklar hala siyasi ve ahlak ilimlerinde önemli bir konu olarak yerini koruyor.

 Bazıları Batı’nın doğal haklar tezinden etkilenerek İslam’ın sırf yükümlülük getiren ve insanların haklarını gözardı eden bir din olduğunu iddia ediyor. Bu iddia aslında bu zümrenin İslam öğretilerini bilmemelerinden kaynaklanıyor. İslam öğretilerine göre yaratılış alemi hedeflidir ve mahluklarını kendi şayeste erdemlerine doğru hidayete erdirir. Erdemlere ulaşmak ise her mahlukun kendine özgü has yeteneklerine bağlıdır. Yüce Allah insanlara çeşitli yetenekler sunmuştur ve İslam açısından bu has yetenekler doğal hakların temelini oluşturur. Bu konuda şehit Mutahhari şöyle diyor: 

Bize göre doğal ve fıtri haklar, yaratılış düzeni aydın bakışı ve hedefi gözetlemesi ile beraber mahlukları onların içinde yetenekleri yerleştirilen erdemlere doğru yönlendirmesinden doğmuştur. Her doğal yetenek doğal bir hakkın temelidir ve onun için doğal bir belge sayılır. Örneğin insanın evlatları okuma ve okula gitme hakkına sahiptir, ama koyunun yavrusu böyle bir haktan yoksundur. Neden? Çünkü ders okuma ve bilge olma yeteneği koyunun yavrusunda yoktur ve sadece insan evladına böyle bir yetenek verilmiştir.

Buna göre İslam açısından doğal haklar, bir grup politikacı veye filozof tarafından hazırlanan ve bir başka grup tarafından onaylanan sözleşmeli bir durum değildir. Bir başka ifade ile doğal haklar, yaratılışın başlangıcını gözardı eden insanın sahip olabileceği sözleşmeli bir durum değildir ve bilakis alemleri yaratan Allah tarafından insanlara sunulan fıtri ve doğal haklardır ve insanın güdümlü yaratılışı doğrultusunda onu maneviyata ve kurtuluşa doğru hidayete erdirir.

Batılı düşünce ile İslamî düşüncenin doğal haklarının temelini yorumlama konusundaki farklılık da bu noktada aydınlığa kavuşuyor. Batı’da doğal hakları ve insan hakları savunanların büyük bir bölümü bu hakların temelini insanın eğilimlerine ve içgüdülerine dayandırıyor. İnsanın doğal haklarının Batılı versiyonunda insanın yaratılış felsefesi, aklın nefsani ve hayvani eğilimleri dengelemekte rolü ve yine insanın yücelmesi ve kemale ermesi gibi durumlardan asla söz edilmezken, İslam’ın doğal hakları ve insan hakları insanın insaniyetinden kaynaklanıyor. Bu insan güdümlüdür ve amacı da Allah katına yaklaşmaktır.

Batılı bakış açısında görev ve yükümlülük, insanın nefsani eğilimlerini ve içgüdülerini kısıtladığından doğal haklara aykırı olarak yorumlanıyor. Ancak din açısından bakıldığında, görev ve yükümlülükler insanı yaşamının nihai hedefine yaklaştırdığı ve insani yeteneklerine uygun olduğu için insani hak olarak telakki ediliyor.

Gerçekte insanın doğal hakları hayvani nefsi ve cismi yüzünden değil, insaniyeti yüzünden söz konusudur ve insan güdümlü olduğundan o zaman tüm insani haklarını da söz konusu yüce hedefine göre değerlendirmek gerekir. Buna göre insani haklar insanın insaniyetine aittir ve insanın gelişmesi ve kemale ermesine vesile olan her şey “insan hakları” adlandırılır. Bilmukabil, insanın insaniyetinin gelişmesi ve kemale ermesine mani olan her şey beşeri hak olmadığı gibi, beşeri haklara zarar verdiği için tenkit edilmeli ve kınanmalıdır.


Akılcı ve dini bakışta doğal haklar beşeri yeteneğin filizlenmesine ve insanın hakiki saadetine vesile olan her türlü haktır. Dini yükümlülükler insanın hakiki saadetinde etkili olduğundan, ilk ve yüzeysel bakışta bazı özgürlükleri kısıtlıyor gibi gözükmesine karşın insanların temel haklarından sayılır. 015