Medya Terörizmi-4
Geçen bölümde İran televizyon kanallarının uydu üzerinden yayınlarının yasa dışı bir şekilde kesilmesini konu etmiştik. Bu bölümde ise uluslararası hukuk açısından meydatik müdahaleyi konu edineceğiz.
Günümüz dünyasında uydu kanallarını güçlü medya organları olarak tanımak gerekir. Ülkelerin her biri uyduların sağladığı bu imkanlardan kendi mesajlarını aktarmak için yaralanır. Bu arada kimi sultacı güçlerin uluslararası uydu kanallarının bazıları strateji olarak kimi bağımsız ülkelerin bağımsızlığı ve egemenliğine darbe indirmeyi siyaset olarak edinmiş ve kimi medya organları da tesadüfen bu yönde haberler ve yayınlar yapmaktadır.
Uluslararası medya organları ve kanalları tarafından yapılan ihlaller ve sabotajlar arasında, etnik, fırkacı ve dini ihtilafların körüklenmesi ve bu alanda kışkırtıcı yayınlar yapılması, soykırıma teşvik, barış ihlalini desteklemeleri, içişlerine müdahale edilmesi, iftira atılması, bilinen terör örgütlerini aklamaya çalışması ve propagandalarını yapılması, uluslararası ihtilafların körüklenmesi, ülkelerin tarihlerinin çarpıtılması ve hukuki olayların siyasileştirilmesine değinebiliriz.
Bir medya organı veya kanalı hedefli olarak propaganda yapıp bir ülkenin tarih hukuku ile ilgili gerçekleri çarpıtarak kültürel, arkeolojik ve coğrafi anlamda da ihlaller yapmış olabilir. Kimi Amerikan, Siyonist ve gerici Arap ülkelerine bağlı medya organlarının İran İslam Cumhuriyeti'nin Bu-Musa, Büyük Tonb ve Küçük Tonb adalarına olan egemenliğini inkar etmesi de bu ihlallerden sayılır.
Sultacı güçlere bağlı uydu kanallarının müdahaleci medaytik girişimleri ve propagandalarının birçok örneği vardır. Müslümanların Bosna Hersek ve Ruanda'da katliam edilmesi doğrultusunda kışkırtmaların yapılması bu örneklerden ikisidir. Ancak Kasım 1945'te ikinci dünya savaşının sonlanmasının ardından Nazi Almanya liderlerinin yargılanması için kurulan Nürnberg mahkemesinin ardından uluslararası toplum tarafından katliama ve soykırıma teşvik etme ve kışkırtma yasaklandı. O zamandan beri Uluslararası Ceza Divanı anlaşmasına göre uydu kanallarının bu yöndeki propagandif çalışmaları da yasaklandı. Buna rağmen küresel güçlere bağlı dış yayınlar yapan medya organları bu yasakları geçen onyıllarda ihlal etti. Sömürgeci güçlere bağlı dış yayınlar yapan kanallar ve medya organları kendi devlet adamlarının hasmane siyasetlerini geliştirme ve izah etme çerçevesinde faaliyet göstererek birçok bağımsız ülke arasında savaşların çıkmasına neden olup emperyalist siyasetleri yaymaya neden oldu. Bu yaklaşım terör örgütü IŞİD'in Batılı medya organlarındaki şiddet dolu eylemlerinin yansımalarında da açıkça görüldü.
Bu gibi girişimler barışı sabote eden girişimler ve barışa saldırmayı yasaklayan Birleşmiş Milletler Teşkilatı anlaşmasının 1'inci maddesinin 1'inci paragrafının ihlali sayılıyor. Ancak pratikte çoğu emperyal ve sömürgeci ülkeler Birleşmiş Milletler Teşkilatı anlaşmasını göz ardı edip medyatik müdahaleleri ile bağımsız siyasetler izleyen ülkeleri kaosa sürüklemek istemişlerdir.
1947 yılında ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Rusya temsilcisinin önerisi ile " Barışı tehdit etme, ihlal etme ve barışa saldırmaya teşvik ve tahrik etme hedefi ile yapılan tüm propaganda şekillerinin kınanması kararı çıkarıldı.
Buna paralel olarak sömürgeci ülkelerin güçlerini korumak için dış yayınlar aracılığı ile medyatik propagandalara sarılma siyasetinin de ortada olduğu söylenmelidir. Bu çerçevede Hollanda 1927 yılından itibaren Doğu Hindistan için olumsuz yayınlar yaparak Fransa da kendi sömürgelerine 1931 yılından itibaren yayınlar yapmıştır.
1934'ten itibaren ise Britanya, İngiliz kültürü ve hayat tarzını İngiliz milletler topluluğu ve sömürge ülkelerine propaganda aracı ile empoze etmeye ve aşılamaya çalışmıştır. 1937 yılında ise Londra Filistin'de bir radyo kanalını yayına sokarak Arapları sürekli yönlendirmeye çalışmıştır. Son yıllarda da büyük güçlerin ülkelerin içişlerine medyatik müdahaleleri hala devam etmektedir. Tabii bu müdahaleler ciddi tepkilere de neden olmuştur. Öyle ki bu itirazlar ve tepkilerin bazısı Uluslararası Telekomünikasyon Birliği'nde kayda bile alınmıştır. Aslında sömürgeci ve emperyalist güçlerin medyatik müdahaleleri hususunda dünyanın farklı ülkeleri farklı tutumlar sergilemişlerdir.
Kimi ülkeler bu medyatik müdahaleleri yasaklayarak ciddi bir şekilde bu ihlale karşı koymaya çalışmışlardır. Kimi ülkeler ise bu yönde ciddi bir adım atmamalarına rağmen bu yöndeki karşı çıkmalara destek veriyorlar. Bu çerçevede Almanya karşılıklı olarak medyatik müdahaleyi yasaklamaktadır. En az 27 ülke barış için tehdit sayılan girişimleri karşılıklı yapılmaması şartı ile bile suç saymaktadır. Örneğin İsviçre bu ülkenin diğer ülkeler ile ilişkilerine zarar veren gazeteleri askıya almaktadır. Almanya ve Japonya ceza mahkemeleri ise savaşları kınamasının yanı sıra ideolojik ve medyatik taciz ve saldırganlıkları da kınamakta ve suç saymaktadır.
Bu arada İngiltere ve Amerika gibi ülkeler kendi medya organlarının hasmane propagandaları için hiçbir engel oluşturmamaktadır. Öyle ki günümüzde bu ülkelere bağlı kimi medya organları esasında terörizmin yayılması aracı olarak bile kullanılmaktadır. Kimi ülkeler Estoppel ilkesini suiistimal ederek ülkelerin içişlerine müdahaleyi kendi hakları olarak biliyorlar.
Geçmişte kabulün gelecekte reddi mümkün olmadığı anlamına gelen Estoppel ilkesine göre bir hükümet bir hakkı kendine tanımadıysa daha sonra o hakkı geri isteyemez. Bu doğrultuda bir hükümet üçüncü bir tarafın haklarını kabul etmişse daha sonra o hakların olmadığını iddia edemez.
Başka bir deyiş ile medyatik müdahaleyi yasaklayan ülkelere yapılan her türlü medyatik müdahale suç olarak tanımlanabilir. Ancak medyatik müdahaleyi yasaklamayan ülkelere yapılan bu alandaki müdahaleler uluslararası sorumluluğa da neden olmayacaktır.
Genel olarak uluslararası örf ve kurallardan çıkaracağımız sonuç, kitle iletişim araçlarının ve medyanın, işgalci gücünün arttırılması, ırkçı ve sömürgeci hedeflerin gerçekleştirilmesi gibi gayrı meşru durumlara zemin oluşturmasının diğer ülkelerin içişlerine müdahalenin açık bir örneği olduğu ve ek uluslararası sorumluluk doğuracağı meseledir.
Uluslararası hukuk açısından medyaların kolonyalist ve ırkçı hedefler doğrultusunda kullanılması milletlerin içişlerine karışma ve sömürge ülkelerin kendi kaderlerini belirleme ilkesinin açık ihlalidir.
Kimi Batı medyası özellikle de Amerika ve İngiltere medyası işgalci ve ırkçı rejimlerin korunması ve milletlerin kendi kaderlerini belirlemeyi engellemesi yönünde hareket ederek ülkelerin içişlerine müdahale konusunda kabarık bir geçmişe sahiptirler. Bunun bir başka örneği de Güney Afrika'daki Apartheid rejimi ve Filistin topraklarında işgalci Siyonist İsrail Rejiminin Batılı medya organları tarafından desteklenmesidir. Buna göre bir rejim bir milletin kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı edip işgal etmeye çalışırsa bu işgalci rejimin içişlerine karışmak meşrudur. Buna esasen İran İslam Cumhuriyeti de medyatik faaliyetleri çerçevesinde Filistin milletinin kendi kaderlerini belirleme yönündeki çalışmaları da tamamen meşru ve yasaldır.
Günümüzde Amerika ve İngiltere gibi kimi Batılı ortakları her yandan İran gibi bağımsız ülkeler ve Direniş Ekseni gibi bağımsız hareketleri karalamaya çalışarak bir yandan İran İslam Cumhuriyeti'nin dış yayınlar yapan medyatik organlarını kısıtlamak ve diğer yandan da resmen terörist ve etnik ayrılıkçı bölücü kanalların ev sahipliğini yapmak istiyor.
Örneğin İngiltere başkentinde yayın yapan İran İnternational kanalı ve Amerika'nın Chicago eyaletinde yayın yapan GünAz TV'ye değinebiliriz.
Ancak aynı ülkeler Amerika'nın ve Siyonist Rejimin cinayetlerini ifşa eden yayınları tahammül edemiyor ve farklı bahaneler ve sudan mazeretler ile İran İslam Cumhuriyeti'nin dış yayın yapan kanallarının yayınlarını engellemek peşindedir. Bu yaklaşım ise son yıllarda ciddi derecede şiddetlenmiştir.
Uluslararası hukuk uzmanı medya alanındaki araştırmacı Dr. Ahmed Kazımi kimi Batlı ülkelerin medya organlarının yaklaşımının " medyatik terörizm " şeklinde özetlenebileceğine değinerek şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: "Batılı sömürgeciler özellikle de Amerika'nın İran'ın dış yayınlar yapan kanalları ile düşmanlığının artması, ister uydu yayınları ister siber alanında şiddetlenmesi aslında İran dış yayınlar organlarının yumuşak savaş alanındaki başarılarını gösteriyor. Yumuşak güç kavramı Amerikan düşünür ve siyasetçi Joseph Nye tarafından öne sürülmesinden beri medyatik tekelcilik ve Batı'da tek taraflı bilgi akışının hüküm sürdüğü bir dönemde, çok az sayıda insan aynı aracın sömürgeci ülkelerin hegemonyasına karşı etkili bir silah olarak kullanılacağını düşünüyordu. Bunun inanılması zordu. "