Haziran 05, 2016 08:29 Europe/Istanbul

Geçen bölümde sekülerizm ve İslam açısından yaşam manasını ayrı ayrı anlattık ve bu iki bakışın ana bileşenlerini karşılaştırmaya çalıştık.

Bu gün ise sekularizmin ön varsayımlarından biri olarak maadı unutma meselesini ele almak istiyoruz.

Gerçekte bu ön varsayım olmadan sekularizm yaşam tarzı mümkün değildir. Bir başka ifade ile ölümü yaşamının sonu bilmeyen ve ölümden sonra onu başka bir yaşam beklediğini ve bu yeni yaşama da bu dünyadaki yaşama ile ilgili olduğunu düşünen bir insan bu dünyada yaşamını sekularizm üzerinde inşa edemez. Bu ön varsayım aynı zamanda sekularizmin diğer ilkelerini de kuvvetlendiriyor.

Gerçekte maadı unutma ön varsayımı ve ardından sekular yaşam tarzı ile beraber insan her gün biraz daha kendini unutma vadisine dalıyor ve mebda ve maaddan gafil kalarak dine olan ihtiyacını hissetmemeye başlıyor.

 

Ölüm, her gün açıkça gözlemlediğimiz veya hakkında bir şeyler duyduğumuz bir gerçektir. Fakat dünyevi zevk ve eğlencelere kapılan ve ölümün yok olma anlamına geldiğini ve ondan sonra yaşamın anlamsız olduğunu düşünen insanlar ölümü hatırlayınca korkmaya ve ölüm işaretlerinden kaçmaya başlar. Yüce Allah Kur'an'ı Kerim’de bu tür insanlara hitaben hatta en sağlam kalelerde saklansalar bile ölüm onları bulacağını buyurur. Allah teala bir başka ayette de insanlara kaçmaya çalıştıkları ölüm mutlaka onları bulaclağını beyurur. Yüce Allah bu ayetlerde aynı zamanda ölümden kaçış olmadığını ve her insanın bir gün ölüm günü geleceğini ve bunun varlık aleminde kesin gerçek olduğunu hatırlatır.

 

Ancak, acaba insan yaşamı ölümle sona mı eriyor, yoksa ermiyor mu, sorusu her zaman insanoğlunun kendinden sorduğu temel sorulardan biri olmuştur. Çünkü insan her zaman ebedi olmayı ve mutlak kemale ermeyi arzu etmiştir ve içindeki zati yetenekleri ve başka mahluklara nazaran üstünlükleri yüzünden kendine, başka hayvanlara ve canlı cansız, diğer mahluklara tanımadığı bir keramet ve izzet tanır. İşte bu yüzden insan için değerli varlığı ölümle yok olma meselesi çok acı gelir. Öte yandan insan aklını doğru kullanarak sırf maddi ve dünyevi bir varlık olmadığını ve nihai gayesine maddi dünyada ulaşamayacağını anlar. Gerçi ölümden sonraki yaşamın detayları ve iki dünyanın birbiriyle ilişki biçimi, insan aklının idrak gücünün dışında olduğu da bir gerçektir.

 

 

İnsan ölüm meselesi ile iki şekilde karşılaşır. Bazı insanlar her ne şekilde olursa olsun ölümü ve ölümden sonrasını unutmaya ve böylece bu meseleyi düşünerek rencide olmamaya çalışır. Bazıları ise ölümü düşünür, fakat insan aklı sınırlı olduğu ve tek başına ölümden sonraki dünyayı tanıyamadığı için sonuç olarak yaşamın boş ve batıl olduğunu düşünür.

Fakat bir başka kesim ölümden sonraki dünyayı ve ölümden sonraki kaderini tanımak için aklın yanında tanım kaynağı olarak vahiyden yararlanır ve ilahi tealime dayanarak dünyevi yaşamını, uhrevi yaşamı için yararlı olacak şekilde kurar.

 

 

Geçen bölümlerde anlatıldığı üzere, sekularizm insan yaşamını sadece doğum anından ölüm anına geçen süre çerçevesinde gözetler ve bu dünyadaki yaşamını, öbür dünyada saadeti için hiç bir etkisi olmadığını düşünerek kurar. Sekular düşünürler, insanın ebedileşme ve kemale erme eğilimini gözardı eder ve insan bu maddi alemin ötesinde daha büyük bir şeyin peşinde olmaması gerektiğini savunuyor.

Geçen bölümlerde ayrıca sekular kesimin insan yaşamını Allah’sız ve maadsız bir dünyada manalı gösterme çabalarına değindik ve bunun yanında İslam’ın sekular düşünceye yönelik eleştirilerini de anlattık.

Şimdi ise ölümü hatırlamanın insan yaşamı üzerinde yapıcı veya yıkıcı etkisi olup olmadığını irdelemek istiyoruz.

 

Eğer ölümü insan varlığının sonu olarak kabul edecek olursak, bunu düşünmek tabi ki korkunç ve yıkıcı olacaktır. Fakat İslamî düşünceye göre ölüm insanın bir başka dünyada ebedi yaşamının başlangıcıdır ve bu dünya bir çok açıdan maddi dünyadan üstündür.

Bir başka önemli nokta şu ki, İslam tealimine göre bizim fani dünyadaki en ufak amelimiz ahiret alemindeki saadetimiz veya şekavetimiz üzerinde etkilidir. Şimdi eğer ölüme yeni bir başlangıç olarak bakacak olursak, o zaman ölümü düşünmek asla korkunç gelmez. Gerçekte ölümü ve ölümden sonraki yaşamı düşünmek bu durumda çok cazip ve mutlu edici olur ve insanın yaratılışın yüce hedeflerine ulaşma isteğini müthiş bir şekilde arttırır.

 

Aslında bu dünyayı güzelleştiren ve sevimli hale getiren bir çok ahlaki ve insani ameli tasavvur etmek mümkün. Örneğin fedakarlık veya başka insanları kurtarmak için çaba harcamak buna bir örnektir. Maada yönelik iman, insanda bu tür amelleri yerine getirme cesaretini güçlendirir, çünkü insan hak yolunda yerine getirdiği her amelin bir başka dünyada mükafatlandırılacığını bilir. Bu durum hatta daha basit ahlaki amellerde söz konusudur ve maada olan iman, iyi bir icra güvencesi olabilir.

Öte yandan ölümü hatırlamak insanı rezillikleri ve günah işleme alışkanlığını terk etmeye teşvik eder. Bugün sekular ahlak düşünürleri, neden başkasına zarar vermeyen ahlak dışı bir amelin yerine getirilmemesi gerektiği sorusuna cevap vermekten acizdir. Oysa İslam düşünürleri bu soruya açık ve net bir şekilde cevap veriyor, şöyle ki eğer bir ahlaki rezillik başkalarına zarar vermese bile, o amelin failini kemal ve erdemden uzaklaştırır ve öbür dünyadaki ebedi yaşamını olumsuz etkiler. Bu yüzden ölümü hatırlamak insanlara her türlü şartlarda amellerini ve davranışlarını kontrol etmelerine yardımcı olur.

Bazıları ölümü düşünmek insanda bir nevi hissizlik ve durgunluk duygusu yarattığını ve yapıcı faaliyetlerden alıkoyduğunu düşünür. Ancak İslam öğretileri insanları her an ölümle karşı karşıya kalabileceklerini unutmamaya teşvik eder. Tabi İslam’ın tanımladığı ölüm, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Bu durumda insan bu dünyada imtihan ve kemale ermek için kendisine verilen fırsatın sona ermekte olduğunu düşünür ve bu yüzden yaşamının her anı onun için değerli olur ve bu anları en iyi şekilde değerlendirmeye çalışır. Böyle bir insan zamanını asla boşa harcamaz, çünkü bu dünyanın ahiretini inşa ettiği dünya olduğunun bilincindedir.

Ölüm ve maada inanan insan, dünyevi mal ve mevkiye ve servete gönül vermez. Bunun anlamı dünyadaki nimetlerden yararlanmamak değildir. Böyle düşünen bir insan nihai hedefini bu dünyadaki mal ve mevki olarak belirlemez ve başkalarının aksine mal ve mevki ve servet kazanmak için hırslı olmaz.

Hz. İsa –s– şöyle buyurur: Dünyayı talep eden insanın hikayesi, denizin suyundan içenin hikayesidir ki içtikçe içesi gelir ta ki onu öldürür.

Bu yüzden kıyamet gününe iman eden mümin insan dünyadaki tüm nimetlerden yararlanır ama onlara gönül bağlamaz ve bu nimetlerden yararlanabilmek için velev yanlış, her yola baş vurmaz. Gerçekte dünyada bir çok cinayet, savaş ve benzeri durumlar insanların aşırı dünyatalepliği ve mal ve mevki ve servet hırsının sonucudur.

 

Kıyamet gününe ve ölümden sonra yeni yaşama inanan insan, bu dünyada kendisine dayatılan zorluklardan ve sıkıntılardan dolayı umutsuzluğa kapılmaz ve üzülmez. Böyle biri her türlü şartlarla Allah teala ondan gücüne göre bir takım yükümlülükleri yerine getirmesini beklediğini ve yükümlülüklerini yerine getirdiği takdirde ahiret aleminde hakettiği şayeste mevkiye ulaşacağını bilir ve bu yüzden asla umutsuzluğa kapılmaz.

 

 

sözü imam Ali’den –s– bir vecize ile noktalamak istiyoruz. İmam Ali –s– şöyle buyurur:

Ey Allah’ın kulları, bilin ki takva ehli olanlar hem fani dünyadan ve hem gelecek ahiretten yararlanır, dünya ahli olanlarla dünyalarıyla ortak olurlar, ama dünya ehli olanlar onların ahiretine ortak olamaz. Dünyada helal yoldan en iyi evlerde yaşarlar ve en iyi yiyecekleri afiyetle yerler, dünyadan yararlanırlar, eğlence düşkünü olanlar gibi, dünyadan nasibini alırlar, asilerin aldığı gibi, ardından ahiret birikimleri ile bu dünyadan ayrılarak karlı bir ticaretle ahiret yolculuğuna çıkarlar. Bu dünyalarında dünyaya rağbetsizliğe kavuşurlar ve ahirette hakkın komşusu olacaklarına yakin ederler. Duaları cevapsız kalmaz ve dünyadan lezzetleril de eksilmez.015