Türkiye'den köşe yazarları
Cumhuriyet: Gaz müjdesine inanan yok
Karar:
Üretime resesyon darbesi: Kapasite kullanımı yüzde 70'in altında
Milli gazete:
Davutoğlu'ndan altılı masa vurgusu
Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:
...***
Barış Doster 28 Aralık tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Asgari ücret ve halkçı iktisat"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Enflasyon yüksek, cari açık yüksek, işsizlik yüksek, dış borç yüksek. İktisatçılar, asgari ücrete yapılan zammın, çarşıya pazara nasıl, ne ölçüde, ne kadar hızlı yansıyacağını, alım gücünü ne denli aşağı çekeceğini tartışıyorlar. Ayrıca, Suudi Arabistan’dan, Katar’dan kaynak arayışına giren iktidarın; adında IMF olmayan ama özünde IMF programlarından farkı da bulunmayan bir önlem paketini, gündeme getirmek zorunda kalacağını belirten uzmanlar da var."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:
...***
İktidar, “IMF’ye olan borcu kapattık” diyerek övünse de kendi döneminde dış borcun olağanüstü arttığını biliyoruz. Yani, dış borç alınan tek kurum, tek kaynak IMF olmadığı gibi, öteki borç verenlerin de yaptıkları dayatmalarda, koştukları şartlarda, önümüze koydukları siyasi, iktisadi taleplerde, IMF’den pek farkları yok. Malum, IMF, kendisinden borç alan ülkeye, sıkı maliye politikaları dayatır. Ücretlerin baskılanmasını, özelleştirmelerin hızlandırılmasını, halkın kemer sıkmaya zorlanmasını ister. Bunlar da mevcut olan ekonomik sorunları, işsizliği, yoksulluğu daha da artırır elbette.
Tüm bunlara karşı durmak için, gerçekten ulusal, gerçekten toplumcu, gerçekten üretim odaklı bir ekonomik model zorunludur. Öğrencilerin yeterli beslenemedikleri, açlık çektikleri bir ülkede; gençlerin okula gitmek için gerekli toplu ulaşım bedelini karşılayamadıklarından derslere devam edemedikleri bir ülkede; insanların çaresizlikten böbreklerini satışa çıkardıkları bir ülkede; yabancı ilaç firmalarının “İlaç denemelerinde, Türk kobaylarını tercih ediyoruz” dedikleri bir ülkede geleceğe umutla bakmak zordur.
Küreselleşmenin nimetlerini öve öve bitiremeyenler, bilişim ve iletişim teknolojilerinin dünyayı küçük bir köye çevirdiğini ballandıra ballandıra anlatanlar, aynı küreselleşmeyle birlikte dinsel, etnik, mezhepsel, feodal boğazlaşmaların da arttığını saklamaktadırlar. Küreselleşmeyle birlikte sadece ülkeler arasında değil, ülkelerin kendi içinde de zengin-fakir uçurumunun derinleştiğini gizlemektedirler.
Unutmayalım, siyasal iktisattan kopmanın, üniversitelerin siyasal bilgiler, iktisat, idari bilimler fakültelerinin ders programlarından kalkınma iktisadı dersini kovmanın bedeli ağırdır. Unutulan, gözden çıkarılan, kaderine terk edilen, birer vatandaşlık numarasından ibaret sayılan kimsesizler, Cumhuriyetin koruyuculuğuna değil, cemaat ve tarikatlara, yardım kuruluşlarının insafına terk edilmiştir.
Kısacası halkçılıktan, kamuculuktan, toplumculuktan, planlamadan vazgeçmek, ulusal birliğini, toplumsal adaleti ve insan onurunu örselemiştir.
...***
Taha Akyol 28 Aralık tarihli Karar gazetesinde, " Anayasa Mahkemesi nereye?"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Anayasa Mahkemesi nereye diye sormak, doğru bir sorudur. Hukuki değerlerin tam oturmadığı, hatta anayasal mutabakatların bile yeterli düzeyde olmadığı Türkiye’de, Anayasa Mahkemesi de siyasi güçten etkilenmektedir. Yargıyı eskiden etkileyen, “vesayet” kavramıyla ifade edilen siyasi güç ve ideoloji idi. Skandal “367 kararı” gibi…"diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:
...***
Bugün ise adli ve idari mahkemeler, siyasi tercihlerle oluşan HSK eliyle etkileniyor. İktidarın hoşlanmadığı kararı veren veya istenen kararı vermeyen hakimler o dosyadan alınıyor, hatta başka illere atanıyor. Böyle uzun bir liste mevcut.
Anayasal yargıda, CB sistemi döneminde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın atadığı üyelerle Anayasa Mahkemesi’nin ‘yorum’ anlayışı değişmektedir: Hak eksenli yorum yerine, kamu otoritesinin takdirine öncelik veren yorum ağır basmaktadır. Son örnek, Siyasi Partiler Kanunu hakkında AYM’nin yayınlanan kararıdır. (Karar no: 2022/107)
Seçim Kanunu’na il ve ilçe seçim kurulları başkanlıkları görevini, ikişer yıllığına oradaki en kıdemli hakim üstleniyordu. Yetmiş yıldır hiç itiraza uğramamış bir düzenlemeydi bu.
İktidar bunu değiştirdi, “en kıdemli hakim” yerine “birinci sınıf hakimler arasında kura çekme” sistemini getirdi…
Bununla yetinmedi, önümüzdeki seçimlerde, görev süresi devam eden kıdemli hakimlerin de görevlerine son verdi! Yerlerine “kura” çekilerek yeni hakimler atanacak.
Bir iktidar niye buna ihtiyaç duyar? ‘Bizden’ hakimlerin de kuradan çıkarak il ve ilçe seçim kurulu başkanı olmalarını sağlamaktan başka ne gibi bir niyet olabilir?
Böyle bir düzenleme “yargı bağımsızlığı” ve “hakim teminatı” gibi asli hukuk kavramlarıyla bağdaşır mı? İlk defa 2019 İBB seçimlerinde tartışma konusu olan “güven” kavramı hakkındaki kuşkuları arttırmaz mı?
Anayasa Mahkemesi’nde açılan iptal davasında üyelerin çoğunluğu bunda sakınca görmediler, iptal talebini reddettiler. Kıdemli hakim ilkesinin kaldırılmasında ve hemen uygulanmasında “kamu yararı dışında başka bir amacın gözetilmediğine”ne karar verdiler.
Fakat, öteden beri “hak eksenli yorum” ve “kuvvetler ayrılığı” ilkelerini hassasiyetle gözeten beş AYM yargıcı bunu anayasaya aykırı bularak “karşıoy” yazdılar: Zühtü Arslan, Hasan Tahsin Gökcan, Engin Yıldırım, M. Emin Kuz ve Yusuf Şevki Hakyemez…
Meclis genel bir düzenleme yapabilirdi. Ama halen görevde olan en kıdemli yargıçların Meclis tasarrufuyla böyle görevlerine son verilmesi kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıydı…
Elimizi vicdanımıza koyalım; Türkiye’de yargı böyle mi işliyor? Neden “hakimlere coğrafi teminat” tanınmıyor?
Kararda, benim eleştireceğim yönler de var. Evet, Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu’nda seçim yasakları düzenlenmiştir. Ama Milletvekili seçimleri aynı gün yapıldığı için seçim yasakları sayılırken yine parlamenter sistemdeki gibi Cumhurbaşkanı’nın da aynı yasaklara tabi olduğu teyid edilmeliydi.
...***
Faruk Çakır 28 Aralık tarihli Yeniasya gazetesinde, " Yine kabahat vatandaşta mı?"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.
" Sağlık hizmetlerinde giderek büyüyen aksamalar var. Bu durum en başta hastaları mağdur etmiş durumda. İşi hastaneye düşen herkes görüyor ki, şu andaki sistem ‘eski’ye dönmüş durumda. İnsanlar muayene olmak için randevu alamaz duruma geldi."diyen yazar, yazısınıjn devamında şu ifadeler eyer veriyor:
...***
Konuyla ilgili bir haberde şu bilgiler var: “Ülkemizde sağlık problemleri her geçen gün derinleşmekte. Özellikle doktorlardan randevu alınmasında, randevu alındıktan sonra doktorun istediği tetkiklerin yapılmasında çok uzun süreli randevular verilmekte. Bugün muayene olduğu doktora MR için en az 6 ay sonraya gün verildiğini, röntgen gibi basit bir işlem için bile 1 ay, 1,5 ay, 2 ay sonraya gün verildiğini maalesef hepimiz şahit oluyoruz. Bu problemin ortadan kaldırılması için devletin yetkili kurumlarının bir an önce bu işe bir çözüm bulması gerekiyor. (...) İnsanların bir şekilde özel hastanelere yönlendirilmeye çalışıldığını hissediyoruz. Ancak ülkemizin ekonomik şartları ortada. Bu ekonomik şartların olduğu bir ortamda insanların özel hastaneye gidip de doktor muayenesi olması, devamında tetkik yaptırması mümkün değil. Buradan yine çağrıda bulunmak istiyoruz Sağlık Bakanımıza. Lütfen bu sağlık sistemindeki problem bir an önce çözülsün. Gerekirse devlet özel hastanelerle gerekli iş birliğini sağlasın ve insanların bu mağduriyeti bir an önce çözülsün.” Bu tablo karşısında Sağlık Bakanlığının yaptığı açıklama da özetle şöyle: “MHRS randevu sorunları, beklenen iyileşme sağlanıncaya dek, odaklanacağımız bir numaralı konudur. Sistemde oluşan gereksiz yük artışı ve vakit kaybına karşı iki uygulama başladı. Zamanın kullanımında karşılıklı bir başarı, bizi şu an hayal edilemeyen noktalara götürebilir. Halen her 5 kişiden 1’i doktor randevusuna gelmiyor. Her 5 kişiden 1’i acaba neden randevu alıyor? Hasta, sağlıklı, beraber tartışmamız gereken bir konu. Devlet, sorunların üstesinden toplumla birlikte gelir. Yeri gelince şu soruyu sorun: Randevuna neden gitmedin dostum? (Devlet randevularında ciddidir’ sözü, MHRS bilgisayar sistemi tarafından tamamen benimsendi. Gidilip gidilmeyeceği şüpheli randevuyu hiç almamak mı, almak mı daha iyi? Yine başka bir mesajda da hastaların muayene için randevu aldığı halde randevusuna gitmediği ve yığılmanın da bu sebeple meydana geldiği ilan edilmişti.
İlk bakışta Sağlık Bakanlığı’nın haklı olduğu akla gelse de; esasta yine vatandaş mağdur oluyor. Bir defa, hastalara muayene için 15 gün sonraya randevu verilmesi ve bunun ‘normal’ gibi görülmesi; işin özüne, tedaviye, sağlığa uygun bir yol mudur? Grip olan bir hasta 15 gün sonra muayene olsa bundan bir fayda görebilir mi?