Şubat 19, 2023 09:14 Europe/Istanbul
  • Türkiye'den köşe yazarları

Cumhuriyet: Can pazarı bitti mal pazarı başladı... Evsiz kalan depremzedeleri bu kez de kira artışları mağdur etti

Milli gazete:

Depremzede çocuklara psikolojik ilk yardım şart

Yeniasya:

Artçılar sürüyor, beton dökmeyin


Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:

...***

Mustafa Balbay 18 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Seçim tarihi ortada...”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“Büyük depremin ardından başlıca tartışma konusu 2023 seçimleri... 14 Mayıs enkaz altında kalmış görünüyor. Gerçekçi durum zamanında seçim. 25 Haziran Pazar günü seçimin yapılmaması için şu aşamada bir engel görünmüyor.  AKP her zamanki taktiğini uyguladı. Oyunun aktif olarak içinde olmayan bir kişiye, seçimlerin ertelenmesi gerektiğini söyletti. Muhalefeti bu belirsizliğin içine sürükledi. Doğal bir siyasal refleksle muhalefet temsilcileri seslerini yükseltti: Anayasa çok açık, sadece savaş halinde seçim ertelenebilir. Bize göre de anayasa çok açık ama...”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Anayasanın açık açık delindiği zamanları az mı yaşadık!

Gördüğümüz o ki iktidar seçim tarihini güncellerken anayasaya değil, alacağı olası sonuçlara bakıyor. Hangisi daha avantajlı; ertelemek mi zamanında yapmak mı?

İktidar medyasının, “Millet can derdinde, muhalefet seçim derdinde” türünden başlıklar atması manidar! Şu aşamada istemedikleri anlaşılıyor.

Kamuoyunda tartışılan güçlü olasılık şu:

İktidar seçimi istediğini ilan eder. Tarih de verir. Ancak Yüksek Seçim Kurulu (YSK) şu kararı alır:

- Deprem bölgesindeki seçmen listelerinin sağlıklı oluşmadığı anlaşılıyor. Bu koşullarda zamanında seçim, erkendir.

Bu olasılık çok konuşuluyor ama ocak ayı sonunda yenilenen YSK yönetiminde daha farklı bir hava var. Sızan bilgilere göre YSK ön çalışmasını tamamladı, seçimin zamanında yapılmasının mümkün olduğu kanısına vardı. Bu değerlendirmesini Cumhurbaşkanlığı’na iletti. 

Seçim tarihini tartışmalı hale getiren etkenlerin başında Erdoğan’ın bir yıl süre istemesi geliyor. 365 günde 10 ili yeniden imar edecek!

Gün kara mizah yapılacak gün değil!

Bir kişi için “Bundan sonra ne yapar” sorusuna verilen klasik yanıt şudur:

Bugüne kadar yaptığını yapar!

21 yıldır yapılan ortada...

İktidarın ortaya attığı “Yakılan binaların büyük bölümü 1999 öncesi inşa edildi” sözü gerçeği yansıtmıyor. Bölgedeki muhabirler bunu enkaz önündeki yayınlarda gözler önüne seriyorlar. 

Bir yılda yeniden inşa edilecek şehrin her şey bir yana planı tartışmalı olur. Örneğin Antakya’yı ele alalım. Bu tarihi şehrin dokusuna saygı duymadan yapılacak her bina depremden daha zararlıdır!

Yıkılan binalar için tek suçlu olarak müteahhitlerin gösterilmesi, FETÖ ile mücadele yöntemi gibi! Seçilmiş suçluları ilan et, işi kapat! 

Bir yandan tek suçlu olarak müteahhitleri göster, bir yandan 1 yılda 10 ili yeniden yaparım, de!

Bu konu daha çok haber-yorum kaldıracak. Erdoğan’ın depremi de iktidar süresini uzatma malzemesi yapması, “siyaset malzemesinden” çalmak gibi bir şey!

…***

Remzi Özdemir 18 Şubat tarihli Yeniçağ gazetesinde, “Banka bağışlarının perde arkası”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“Tüm Türkiye'yi yasa boğan deprem sonrası başlatılan yardım kampanyalarında en çok tartışılan bankaların yaptığı bağışlar. Özellikle Merkez Bankası'nın ve kamu bankalarının bol keseden yaptıkları yardım daha uzun süre tartışılacak. Benim burada dikkat çekmek istediğim cuma gecesi yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi.”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Sessiz sedasız yayımlanan bu kararname bankaların yaptığı kontrolsüz bağışa yasal kılıf arama çalışmasından başka bir şey değil.

Bilindiği gibi bankalar kaynaklarının sadece binde 4'ü kadar yardım yapabilir. Üstünü yapması Bankacılık Kanunları ile imkânsız hâle getirilmiştir.

Oysa sermayeyi erittikleri için sürekli sermaye enjekte edilen kamu bankaları bu sınırı çok rahat geçti.

O halde burada yasal olmayan bir işlem vardı. Bu, hukukçular tarafından dile getirilince, bu bağışı canlı yayında açıklayan kamu banka yöneticilerine bir ateş düştü.

Bu ateşi söndürmek için gece yarısı bir kararname yayınlandı.

Söz konusu kararnamede bu binde 4 olan oran şartı AFAD'a yardım yapmaları halinde kaldırıldı.

Tabii ki burada OHAL kapsamı diye bir madde eklendi.

Meclis tarafından çıkartılan ve bankalar için çok önemli olan bu madde kararname ile değişir mi?

Hukukçular hayır diyor ama AKP olur diyor.

Bu yarının Türkiye'sinde çok tartışılan ve gündemde tutulacak bir konu.

Gelelim bu banka yardımının perde arkasına…

Bankalar daha depremin ilk günü bölgeye ulaştılar. Kurumlar devletten çok daha organizeydi. Bankalar gerçekten insani yardımı da bölgeye ilk ulaştıran kurumlar oldu.

Bu kurumlar parasal yardımı da açıklamak istediler.

Ancak bankalara haber gittiği ve beklemelerinin istendiği iddia ediliyor.

Bankacılık kulislerine göre, söz konusu rakamı ilk olarak Cumhurbaşkanı açıklayacaktı.

Nitekim Cumhurbaşkanı 50 milyar olarak açıkladı. Özel bankalar binde 4 sınırına sadık kaldı.

Ancak kamular bu sınırı aştı. Devlet bir yandan sermaye koyarken bir yandan da bu sermayeyi AFAD'a aktarmış oldu.

Banka yardım konusunun tartışması öyle 3 günde biteceğe benzemiyor.

…***

İhsan Çaralan 18 Şubat tarihli Evrensel gazetesinde, “Büyük deprem yeni sorunlar ve yeni önemli talepleri gündeme getirdi”başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

“İktidar sözcüleri, halkın yaşadığı gerçeklerin üstünü örterek her şeyin yolunda olduğunu iddia ediyor. Bunun için elindeki devasa medya gücünü ve devletin bütün olanaklarını seferber etmiş bulunuyor. Ancak hayatın gerçekleri öylesine sert ki, ne depremin acılarını istismar eden girişimleri ne de halkın ihtiyaçlarını yeterince ve gerektiği gibi karşılandığına dair yürüttüğü propaganda gerçeklerin üstünü örtmeye yetiyor.”diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Tersine bugün iktidar cenahından “Şimdi siyaset zamanı değil” dense de şu sorunlar gündemin ön sırasına çıkmış bulunmaktadır:

Enkazın kaldırılması bir çevre felaketine dönüşmemeli: İktidar, bütün diğer sorunlarda olduğu gibi 20 milyon ton olduğu tahmin edilen enkazın kaldırılmasını, bu devasa kitlenin kaldırılıp başka bir yere yığılması olarak görmektedir. Konunun uzmanları, eğer enkaz kaldırılmasında çevre ve halk sağlığının gerektirdiği önlemler alınmazsa deprem felaketinin bir çevre felaketine dönüşeceğini, salgın hastalıklar, kanser, akciğer ve kalp-damar hastalıkları gibi tehlikeli hastalıklara kaynaklık eden ciddi uyarılar yapmaktadır.

Yardımlar şeffaf ve adil biçimde dağıtılmalı: 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında konulan ve bugüne kadar 37 milyar doları bulan “deprem vergisi” bu son depremle yeniden gündeme geldi. Üstelik de “Toplanan deprem vergisi nerede kullanıldı?” sorusuyla. Bugün bu soru, toplanan yardımların nerede ve nasıl kullanılacağı sorusuyla birlikte tartışılmaktadır. Dolasıyla bugünden itibaren toplanan yardımların nereye ve niçin harcandığı şeffaf bir biçimde ortaya konurken, dağıtımların nasıl ve hangi ölçütlere göre yapıldığı da dikkatten kaçırılmamalı. Kamuoyunun bu konudaki hassasiyeti de sürmeli. Elbette bu kapsamda sivil dayanışma örgütleri, örgütlenmelere yönelik müdahalelere, gözaltılara, kayyumlara karşı mücadeleyi de ihmal etmemeli!

Tarımın ihtiyacına uygun bir yardım ve barınma planı ihtiyacı: Deprem bölgesi ülke tarım üretiminin yüzde 15-16’sını kapsamaktadır. Bölgede tarım işleri ise önümüzdeki bir-iki hafta içinde başlayacaktır. Traktör, tohumluk ve tarım için gerekli alet edevatlar, hayvanlar için yem gibi acil ihtiyaçların vakit geçirmeden karşılanması gerekmektedir. Bu yüzden de iktidar lafı bırakıp tarımda ekim-dikim ve hayvancılığın ayağa kaldırılması için asgari ihtiyaçları acilen karşılamak yükümlülüğündedir. Aksi halde sadece ekonomiye böyle tarımın katkısı değil aynı zamanda bölgedeki barınma sorunu daha da büyüyecek.

Sadece müteahhitler değil ‘sıralı sorumlular’ hesap vermeli: İktidar, kamu binaları ve depreme dayanıklı diye gösterilen binaların da yıkılması karşısında kamuoyundan yükselen tepki karşısında kimi müteahhitleri tutuklayarak halkın öfkesini yatıştırmayı amaçlıyor. Ancak kamuoyu yaşaya yaşaya artık binaların yıkılmasının tek sorumlularının müteahhitler olmadığını biliyorlar. Bu sefer sadece müteahhitlerin sorumluluğu ve hesap vermesini değil, binalara ruhsat veren belediyelerin, yapı denetim firmalarının imza yetkisine sahip sorumlularının, sistematik bir biçimde “imar afları” çıkarıp bunu bir siyasi rüşvete dönüştüren siyasetçilerin, tüm “sıralı sorumlular”ın da yargılanıp hesap vermesini de istemektedir.