Şubat 27, 2023 07:40 Europe/Istanbul
  • Türkiye'den köşe yazarları

Cumhuriyet: CHP'den tam yetki, tek öneri Kılıçdaroğlu

Karar:

Enflasyondan sonra kiralarda deprem etkisi

Yeniasya:

Deprem bölgesi için seferberlik

Şimdi ise hafta içi köşe yazıları:
 

...***

Orhan Bursalı 26 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Umut yükseliyor, siyaset bilime kulak verecek"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Siyasetin en büyük eksikliği nedir diye sorarsanız, bilimle, bilimsel düşünceyle, bilimin sesiyle yakından uzaktan ilişkisinin olmamasıdır derim. En büyük hatası nedir diye de bir soru sorulabilir: Ülke çıkarı, milletin tümünün çıkarı yerine, lider/parti/ dar destekçi kadrosunun çıkarlarını gözetmek... En imkânsızı denemesi ise ülkenin kuruluş ilkelerini değiştirebileceğini, yerine ise bu ilkelerin tam tersini yerleştirebileceği sanrısına kapılması."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

En yapmaması gereken nedir sorusuna şu yanıtı verelim: Milleti, insanları kutuplaştırması, bölmesi, ayrımcılık yapması, cinsiyet ve etnik ötekileştirmesi. Ülkeye en büyük düşmanlığı nedir diye bir soru uyduralım ve yanıt arayalım: Ülkenin yeteneklerini dışlaması, önemsizleştirmesi, itmesi kakması, ucuzlatması, her boyda eğitimi niteliksizleştirmesi.

Hiç kabul edilmeyecek şey ise insanların anayasa ve yasalardan kaynaklanan ifade, demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmasını engellemesi, bir despot ve zorbalık yönetimi sergilemesi.

Hiç yeltenmemesi gereken ise ülkede iktidarın el değiştirmesini sağlayan düzeni raydan çıkarması ve durmadan iktidarda kalmak için her türlü siyasi namussuzluk, ahlaksızlık, yasadışılık olarak sayılabilecek yol ve yöntemlere el atması.

Bunlara birkaç önemli nokta daha eklenebilir. Yukarıdaki gelişigüzel düşünce akışı öncelikleri herkese göre değişebilir.

Birinci madde, akıl ve bilimden uzaklaşmak veya bu ikisini dikkate almamak demektir, ülkeyi her türlü belaya açık hale getirir, göreceli dünyada akıl ve bilimle yürüyen ülkeler bizi ezip geçer. Bugünkü ülke durumu, geçmiş tüm iktidarların akıl ve bilimle kucaklaşmamalarının, ama en çok son 20 yıldır akıl ve bilimden uzaklaşmasının sonucudur.

Bu köşenin adı Bilim ve Siyaset. Bu nedenle, siyasetin bilimle, bilimsel düşünmeyle, akılla birleşmesi, bana göre en önemli konu.

Siyaset akıl ve bilimle yoğrulursa, tüm sorunlara milletçe ortaklaşa çözümler üretmemiz kolaylaşır.

Bilimi iten kakan, akıl ve bilimi dışlayan önemsemeyen siyaset, ülkeye en büyük hainliği yapıyor, ülkeyi batağa sürüklüyor demektir.

Bu nedenle, CHP’nin ülkenin bir numaralı sorunu deprem konusunda bilimin sesine kulak vermesini umut olarak görüyorum. Kılıçdaroğlu deprembilimcilerle önceki akşam toplandı. İmamoğlu bu konuda çok kararlı. Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli herkesten önce başladı ilçesini dönüştürmeye...

Buralardan bir umut - gelecek doğacağını görüyorum. Yine de dikkatli yaklaşarak inşallah diyeyim.

…***

Taha Akyol 26 Şubat tarihli Karar gazetesinde, " Seçim hesapları"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılacağına kesin gözüyle bakıyorum. Erdoğan için olabilecek en ‘hesaplı’ gün, 14 Mayıs’tır.

Evvela anayasaya göre seçimler, deprem yüzünden 18 Haziran sonrasına asla ertelenemez. Ne Meclis ne de Cumhurbaşkanı bunu yapamaz. Hele HSK’nın böyle bir yetkisi hayal bile edilemez."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Erdoğan için çok zorlu, sıkıntılı geçecek bu seçimler için 14 Mayıs, 18 Haziran’dan daha ‘işe yarar’dır. Çünkü aradaki bir ay içinde ekonomideki sıkıntılar, özellikle enflasyon ve döviz baskısı hissedilir şekilde artacak... Öngörüleri doğru çıkmış olan ‘ortodoks’ iktisatçılar ‘yeni bir kriz dalgası’ endişesini dile getiriyorlar.

Aradaki bir ay içinde, devam eden insani sorunlar yanında geçim ve işsizlik soruları daha da artacak, “hükümet nerede!” şikayetleri daha da yükselecektir.

14 Mayıs ise, insani acılara dikkat çekerek hem siyasi eleştirileri bir ölçüde bastırmak için hem “bakın başladık” demek için daha müsaittir. İktidar, en becerikli olduğu alan olan ihalelere başlayıverdi bile… Tabii yine “davet usulü” ile.

Millet İttifakı daha fazla sürüncemede bırakmadan adayını açıklamalı.

Depremde tahrip olmuş illerde seçimleri organize etmek zor değildir. Kanun, konteyner ve çadır kentlere “seyyar sandık”lar kurulmasına tamamen müsaittir.

Sorun, deprem bölgesinden diğer illere göçen seçmenlerin nasıl oy kullanacağıdır. Göçen nüfusun şimdiden 1.5 milyon olduğu tahmin ediliyor. Bu kadarla kalsa bile seçim sonuçlarını etkileyebilecek bu seçmen kitlesi, gittiği yerde nasıl oy kullanacak?

İktidar çevreleri “İzinli polis memuru” örneğinden bahsediyor. Polis memuru izinli gittiği yerde nasıl oy kullanıyorsa, depremzedenin de öyle oy kullanması… Fakat…

Belki birkaç bin “izinli memur” oylarının seçim sonuçlarına etkisi başka, yüzbinlerce göçmen oylarının etkisi başkadır. Siyaseten mobilize etme imkânı gibi sakıncalar da gündeme gelecektir.

Geçici bir durum olduğu için depremzede illerin milletvekili sayısını değiştirmeyi etik olarak doğru bulmam.

Başka illere göçen depremzede seçmenlerin nasıl oy kullanacakları ve oylarının yeni illerine mi, deprem bölgesindeki illerine mi yazılacağı konusu tartışmalıdır.

Göçmen seçmenlerin illeriyle ‘olan seçim bağını koparmamak gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda diplomat Naci Koru, Yetkin Report’taki yazısında, başka illere göçmüş depremzede seçmenler için, illerine göre ayrı sandık kurulmasını öneriyor. Yurtdışı seçimlerdeki organizasyon çalışmalarını yürütmüş olan Koru, bu konuda birikimlidir.

Başka formüller de düşünülebilir. Hem pratik, hem seçmenle vilayeti arasında bağı koparmayacak bir formül geliştirilmelidir.

İhtiyaç duyulursa, Meclis’te uzlaşma ile her türlü düzenleme yasalaştırılabilir. Bunun için de iktidarın muhalefetle uzlaşma araması lazımdır. Uzlaşma olursa “geçici madde” yoluyla da sorun çözülebilir.

…***

Ahmet B. ERCİLASUN, 26 Şubat tarihli Yeniçağ gazetesinde, " Sorumluluk"başlıklı yazısını okuyucularla paylaşıyor.

" Ülke çapında bir olumsuzluk olunca sorumluluk kime / kimlere aittir? Aslında cevap çok basit ve çok açık: Ülkeyi kimler yönetiyorsa sorumluluk onlara aittir. Çok büyük bir deprem yaşadık. Çok insanımızı kaybettik. Yüz binlerce insanımız evsiz barksız, sokaklarda kaldı."diyen yazar, yazısının devamında şu ifadelere yer veriyor:

…***

Felaket çok büyük. Asrın değil, asırların felaketi diyebilirsiniz. Ancak 20 yıldır ülkeyi yönetenlerin sorumluluğu olduğu da muhakkak. Yer kırıkları üzerine yapılan binalar, kaçak yapılanmalar, projelere uyulmaksızın inşa edilen evler, apartmanlar, malzemeden çalmalar, imar afları… Bütün bunları denetlemekle görevli yöneticiler, denetleme görevlerini yapmamışlarsa sorumludurlar. Bazı belediyeler muhalefet partilerinde olabilir, onlar da sorumludurlar. Sözün özü, yöneten sorumludur çünkü yönetim makamı aynı zamanda sorumluluk makamıdır.

İktidar sorumluluk üstlenmediği gibi deprem bölgelerine anında ve yeteri kadar müdahale etmediği, edemediği suçlamalarını da reddetmektedir. Aslında depremin büyüklüğü, deprem bölgesinin devasa genişliği karşısında tedbirlerin aksaması bir dereceye kadar normaldir. Ancak iktidar hiçbir ithamı kabul etmiyor ve yalnız muhalefetten değil depremzedelerden gelen yakınmalara da kulaklarını tıkıyor.

Böyle büyük bir felaket karşısında iktidarın görevi, sivil ve askerî bütün resmî güçleri derhal devreye sokmaktır. Bunun yapılmadığı, yapılamadığı anlaşılıyor. Sebepler arasında liyakatsizlerin atanması da vardır, hazırlıksız olmak da vardır, askerin devreye girmesi konusundaki sakat anlayış ve düzenlemeler de vardır, her şeyi biz bilir, biz yaparız zihniyeti de vardır.

Bu kadar büyük ve can yakan bir felaket karşısında ülkemizin bütün insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının, gönüllülerin, muhalefet partilerinin harekete geçmesi çok tabiidir. Nitekim hemen harekete geçilmiş ve insanlarımızın ne kadar merhametli, ne kadar yardımsever olduğu görülmüştür. Bu felaketin tek olumlu yanı belki de budur, insanımızın ne kadar fedakâr olduğunu görmektir.

İktidar, her şeyi biz yaparız anlayışı yerine sivil toplum kuruluşlarından ve muhalefet partilerinden gelen destekleri, yardım isteklerini büyük bir memnuniyetle karşıladığını belirterek yardıma koşan herkesi, her kurumu örgütleyebilir, işi tam bir millî seferberlik hâline getirebilirdi. Bu yolu tercih etmek yerine muhalefete ağır sözlerle yüklenmeyi tercih ettiler.

Sadece muhalefet partilerine ve muhalif kuruluşlara değil, şikâyetlerini dile getiren, içinde bulundukları acı durum dolayısıyla feryat eden, isyan eden bütün vatandaşlarımıza karşı ağza alınmaması gereken sözlerle suçlamalar yaptılar. Devlet babanın kucaklayıcı anlayışı yerine itici, ötekileştirici, suçlayıcı anlayışı benimsediler. Milletimiz kendisini sıcak kollarıyla kucaklayan bir devlet yerine kendisine bağırıp çağıran devlet temsilcileri gördü.