İslam Dünyasında Vahdet -2
Geçen bölümde İslam dünyasının siyasi ve ekonomik kabiliyetleri, ayrıca Kuranı Kerim ayetlerinde Müslümanların vahdeti konusundaki vurgulara değindik. Bugün ise Peygamber Efendimiz Hz Muhammed'in (sa) hayatı döneminde Müslümanların ittihad ve birliktelik sırlarına bakmak istiyoruz.
Cahiliye döneminde Araplar arasında savaş ve kan akıtmalara neden olan etnik ve kabileci ayrımcılıklar ve sorunların yaşandığı bir sırada, İslam dini ''La ilahe İllallah ilkesi üzerinde kurulan İttihat ve kardeşlik'' sloganı ile kendi takipçilerini birleştirmede ve onları insicamlı kılmayı başardı. İslam dini takvayı bir örnek olarak gösterip ve etnik taassubleri, kabileci, ırkçı ve dil özelikleri gibi üstünlük getiren faktörleri reddederek vahdeti Müslümanlar arasında gerçekleştirmiştir.
Peygamber Efendimiz de bi'set döneminden rıhlete kadar hep Kuran ayetlerinden yola çıkarak ilahi öğretileri aktarmada ve üstelik kendi davranış ve siresinde tefrika ve ihtilafa karşı adım atmış, vahdetin temel altyapılarını güçlendirerek birlik ve beraberliğin Müslümanlar arasında yaygınlaşmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Müslüman olmayan kesimle de bu bağlamda anlaşamaya varma girişimlerinde çaba göstermiştir.
İslam tarihi bu gerçeğin kanıtıdır ki Hz Muhammed (sa) ''La ilahe İllallah'' gerçeğine dayanarak, kendi davranış ve sözlerinde bile cahiliye'nin tefrika yaratan girişimlerinin Müslümanlar arasına tekrar geri dönmesini önlemeye çalışmıştır.
Hz Muhammed'in (sa) Araplar arasından peygamberliğe seçilmesi ve Kuran-ı Kerim'in de Arap dilinde nazil olmasının yanı sıra, o hazretin insanları hak yoluna daveti ve davranışları etnik ve dil sınırlandırmalarından daha öteye geçip, Arap ve Acemi Müslümanlar için örnek gösterilecek bir adaleti ortaya koymuştur. Peygamber efendimizin hayatı döneminde Selman-i Farsi, Bilal-i Habeşi ve Soheyb-i Rumi gibi büyük sahabelerin İslam'a katılmaları ve bunların o hazretin yanındaki yüksek mevki ve saygıları bu gerçeğin açık ispatı sayılır. Bu yüzden İslam dini Arabistan'ın yarım adasında tanındıktan sonra çok hızlı bir şekilde sınırları aşarak dünyanın bir çok bölgesinde yerini bulmuş oldu. Hz Muhammed (sa) da etnik ve kabileci taassuplerin kışkırtmasını ve diğer bölgelerde Müslümanlar hakkında zulüm ve şiddeti önlemek için Müslümanları birbirlerinin kardeşi olarak niteleyip ve bir Müslümanı dini kardeşine zulüm etmemesi ve onu zalim karşısında teslim etmemesi gerektiğine vurgu yapardı.
İslam peygamberi Müslümanlar arasında vahdet ve birlikteliğin korunması, tefrika ve ayrımcılıktan kaçınılması gerektiğini imanın simgesi olarak tanımlıyordu. O hazret Haccet ül Veda'da İslam'da üstün özelliği sadece Takva'da özetleyip bu konuda görüşlerini şöyle açıkladılar: ''Hiçbir Arabın Aceme ve hiç bir Acemin Araba karşı üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.'' Böylece Peygamber Efendimiz Müslümanların birlik ve ittihad tüzüğünü ''La ilahe İllallah'' temeli üzerinde tespit etti. Hz Muhammed'in (sa) hayatında Vahdetin, İslam'a Davet meselesinin gerekli temellerini oluşturması hakkında çeşitli örneklere rastlayabiliriz. Örneğin O hazretin mültecilerle Ansar arasında dostluğu sağlama yolunda yapmış olduğu stratejik eylemi, bir fitnenin oluşumunu engellediğinin yanı sıra Müslümanlar arasında kalbi ve siyasi birliğinin eskiden daha güçlü kılınmasına ve münafıklar ile Yahudilerin Müslümanlar arasında ihtilaf oluşturma girişimlerini yenilgiyle sonuçlanmasına sebep oldu. Bu anlaşmaya göre mülteciler ve Ansar birbirlerine karşı kardeş ve dostça davranmaları ve mali açısından musavat ve beraberliği yerine getirmeleri konusunda sorumlu tutulmaları vurgulandı. İşte bunun ardından Medine'de yaşayan Ansar, mültecileri kendi evlerine aldılar. Mültecilerle Ansar'ın ekonomi durumları dikkate alındığında bu girişimin yürürlüğe konulması çok önemli bir çaba oldu ve düşmanların komplolarını suya düşürdü.
İslam peygamberi kendi hayatının son anlarında ise kabileci ve etnik taassuplerin kökünü kurutmak için çok çalıştı ve bu yüzden o anlarda müslümanların cahiliyye döneminin adet ve örfüne dönebileceği hakkında bir hutbe okuyarak, uyarıda bulundu. O hazret ayrıca Haccet ül veda'da Müslümanlar arasında tefrikayı önlemek için Hz Ali (as)'ı kendi halifesi olarak tanıttı. Ama ne var ki İslam Peygamberi'nin Müslümanların beraberliği ve izzetinin devamı için tanıtmış olduğu halifesi ve çabaları, hemen hemen o hazretin rıhletinin ardından hiçe sayılıp, Müslüman bir grup peygamberin halifesini belirleme amacıyla Sakife isimli bir yerde toplandılar. Maalesef Sakife olayı sırasında ihtilaf ve tefrikaların kapısı açıldı ve halifenin tayininde sözlü anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Böylece Sakife olayı Hz Muhammed (saa)'in rıhletinin ardından ihtilaf ve zıtlıkların İslam ümmetinde oluşmasına dönüşmüş oldu. Bu dönemde Sakife meselesi, tam küller altında yangınların alevlenmesine neden olabilecek bir sırada, Hz Ali'nin (as)'ın dirayetli öngörüleri sayesinde savaş ve çatışmalara neden olmadı ve Müslümanların vahdeti, siyasi güç perestliğin etkisi altında kalmadı.
Bu önemli ve hassas zaman diliminde, Ali (as) kendi kesin ve açık olan hakkından vazgeçti, Müslümanların vahdeti ve insicamını korumak için halifelere karşı her hangi bir itiraz girişiminde bulunmadı. O hazret Sakife olayından sonra ve Ebubekir'in hilafetinin başlamasının ardından kendisiyle diğer muhalifler arasında bir sınır oluşturup ve onlar gibi ilk halife ile makam ve güç konusunda karşı gelme girişiminde bulunmayarak, İslam ümmeti içinde vahdetin korunması yolunda önemli adımlar attı. O hazret, Ebubekir ile muhalifleri arasında sorunların şiddet bulduğu ve Ali (as) ile biat konusunda çabaların yapıldığı bir sırada, halife karşıtlarını her hangi bir fitne hakkında uyarıp ve tefrika oluşturacak girişimleri etnik taassuplerden kaynaklandığını tanımladı ve şöyle buyurdu: '' Fitne dalgaları yükselmiş ve İslam gemisi girdaba kapılmış ve Arap çevresinin her bir köşesinde bir fitne oluşmuş ki her fitneden dalgalar ortaya çıkmıştır. İslamın merkezi olan Medine bu dalgalı fitneler arasında bulunuyor. Bugün her bir karşı girişim bu fırtınayı şiddetlendirir ki itirazda bulunanları bile boğar. İhtilaf ve ayrımcılığı arttıran girişimlerden vazgeçilmeli ve kişisel ve etnik asabiyyetleri bir kenara bırakmalı, çünkü bu özellikler insanın yaptığı taclar gibidir ve İslamda hiçbir değeri yoktur.''
O hazret Müslümanların halifesiyle karşı gelmeye ısrar eden Medine halkını sakinleşmeye ve huzura davet etti ve dinin sağlam kalıp korunması gerektiğinin her şeyden daha önemli olduğunu hatırlatıyordu. Ali (as) birinci halifenin hilafeti döneminde ona çok yardımda bulundu ve o da seferberlik gibi çeşitli yönetim işlerinde Ali (as) ile akıl almada bulunuyordu. Ali (as)'ın meşveret konusunda halifelerle kırmızı çizgisinin İslam toplumunun siyasi ve sosyal alanlarına girmesinin ardından, vahdetçi girişimlerin devamı için daha sonraki halifeler döneminde de tekrarlandı. O hazret Ömer'in hilafeti zamanında defalarca onunla birlikte düşünce alışverişinde bulunuyor, danışmadığı takdirde İslam toplumu için acı sonuçların doğuracağı muhtemel görünüyordu. Ali (as)'ın meşveretleri ve yardımları o kadar fazlaydı ki ikinci halife defalarca ''eğer Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu'' cümlesini dillendirirdi.
Ayrıca Ali (as) Osman'ın seçiliş tarzına olduğu itirazlarının yanısıra, tüm fedakârlığı ile Müslümanların vahdetinin korunması için yine de Osman ile biat ve işbirliği yaptı. Osman'ın siyasi ve sosyal prensiplerinin halkın boyutlu itirazına neden olduğu bir sırada Ali (as) saygılı bir şekilde onu nasihat etmeye çalıştı ve ondan cahiliyye taassuplerin yürürlüğe geçmesinde ve kendi yakınlarına siyasi ve sosyal imtiyazların vermesinden uzak durmasını istedi. Üstelik Osman'ın yönetim biçiminden rahatsız olan halkın itiraz haykırışları zamanında, Ali (as) tefrikanın Müslümanlar arasında oluşmasını engellemek için isyan ve itirazları desteklemeyerek, kendi çocuklarını bile üçüncü halifeyi korumak için gönderdi.
O hazret Müslümanlar arasında ihtilafa saplanmanın İslam toplumu için tehlikeli sonuçlar doğuracağı konusunda İslam toplumunu bunlardan uzak durması gerektiği ile ilgili şöyle diyordu: İhtilaf ve ayrımcılıktan uzak durun çünkü koyunun kurdun yemi olduğu gibi, insan da şeytanın yem tuzağıdır.
Hz Ali (as) beni Haşim'den bir grup kureyş ile etnik tartışmalara giriştiğini duyunca, onların bu işten uzak durmalarını istedi ve onlara mesaj göndererek tefrika oluşturacak girişimlerde bulunulmamasına vurgu yaptı. Ali (as) kendi 5 yıllık hilafeti döneminde İslam ümmeti ve toplumunun vahdetini korumak için karşıtlarla iyi geçinmeye çalışıyordu ve karşıtların İslami hükümete karşı silah kullanmadığı zamana kadar, onların hakkını Müslümanların beyt'ul malından kesmedi.
O hazret ,İmam Hasan (as)'a vasiyetin de,Habibullah'a yakın olmanın ve vahdetin korunması gerektiğine vurgu yaparak, Peygamber efendimizden naklen Müslümanlar arasında vahdetin korunmasını, namaz ve oruçtan daha üstün sayıyordu. O hazret ,bu konuda şöyle buyurur: Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve tefrikadan uzak durun ki Resulullah'dan bu konuda defalarca ''Zatul Beyn'in islahi namaz ve oruçalardan üstündür'' cümlesini defalarca duymuşuz.017-015