Aralık 22, 2016 23:17 Europe/Istanbul

Hatırlanacağı üzere geçen bölümde milliyetçilik akımı ve hükümetlerin otoriterliğini islam dünyasında ayrımcılık yaratan iki iç etken olarak tanımladık.

Bugünkü sohbetimizde ise islam dünyasının deneyimlerinden yola çıkarak milliyetçiliğin olumsuz ve bölücü rolüne ve daha sonra otoriter hükümetlerin bu meseledeki etkilerini ele almak istiyoruz.

İslam dünyasının vahdeti üzerinde milliyetçilik akımının birinci olumsuz tesiri islam imparatorluğun Arap, İran ve Türk bölümlerin ayrılmasından kaynaklanıyor. Batıda kilise ve şahlar arasındaki ilişkilerde yaşanan gelişmelerle eş zamanlı olarak islami beldelerde de islam imparatorluğu üzerinde bir takım derin ve etkileyici gelişmelerin yaşanması bu düzenin çökmesi ve onun ardından milliyetçi hareketliliklerin baş göstermesine neden oldu. O zamana kadar islam dini müslüman insanlar için hiç bir sınır tanımıyordu ve kendi doğum yerinden başka bir islami beldeye göç edip yerleşen her bir müslüman orayı kendi vatanı olarak biliyordu ancak Moğol ve Timur'un saldırısından sonra Bağdad'da Abbasi hilafetinin çökmesi neticesinde daha sonra islam imparatorluğun Arap, İran ve Türk bölümlerine ayrılması gündeme geldi.

Bu bağlamda bir başka deneyim ise 19.yüzyılının başlarına ait bulunuyor. Bu dönemde Fransa devrimi ve onun romantik edebiyatından beslenen milliyetçilik akımı Osmanlı devletinde ülke içi karşıt hareketlerin ana temasını oluşturuyordu. Genel olarak Tanzimat dönemi reformcuları Türk milliyetçiliğini izleyip Osmanlı düşüncesi üzerinden hareket ettikleri dönem  katolik ve Hristiyanların dini propagandalarını yapan zamana rastlıyor. Öte yandan Osmanlı hükümetinde  iç düzensizliklerin yaşanması  ve dışa yapılan askeri saldırıların etkisi sonucunda bu devletinin bölünüp çökmesi zemini de hazırlanmış oldu. Bulgaristan isyanı,Osmanlı ile Rusya arasında savaş ve Balkanların hristiyan milletlerle  ilişkileri, Bulgaristan, Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın Osmanlı'dan bağımsızlığı ve Pan arabismin şekillenmesi  Osmanlı devletinin çöküşünün sonuçlarından sadece bir kaçıdır. Bu dönemde milliyetçilik ister Pan Türkism akımında veya Pan Arabizm'de olsun gittikçe fikri ve kültürel bir akım niteliğinden çıkıp sosyal ve siyasi boyutlu bir mevki elde etti ve onun yayılıp genişlemesi özel durumlarda ve geçici ve kalıcı olmayan bir biçimde Batı sömürgeciliğine karşı bir itiraz ve tepki  mahiyetinde yapılıyordu.

Yine bu konuda elde edilen bir başka deneyim de bu yüzyılın sonunda olmuştur. Bu dönemde ikinci Abdülhamit dini duygu ve inançları kışkırtıp islam dünyasının vahdeti için çalıştığı bir sırada, yeni osmanlı hareketinin devamında Türk gençlerin faaliyetleri 1889 yılında İttihad ve terakki cemiyetinin kurulmasına neden oldu ve  kendi çabalarını sultanın devrilmesi yolunda organize ettiler. Bunun ardından Meşveret gazetesinin yayınlanması Türklerin mili duygularını kışkırttı ve onları ittihad ve birlikteliğe doğru sevk etti.Bu gençlerin  Mustafa Kemal Paşa ile gizli ilişkilerinde güce kapılarak Osmanlı devletinin çökmesi için birleştiler ve böylece sultan Abdülhamit'e karşı harekete geçtiler ve Osmanlı hükümetinin bu şahı pan islamisti düşüncelerinde başarısız kaldı ve nihayet 1908 yılında devrildi.

Türk milliyetçilik faaliyetlerine şahit olan Arapların arasında da bunların karşısında kendi kültürel kimliklerinin tehlikede olduğu kaygıları oluştu ve bu yüzden Arap dünyasının düşünürleri Arapların hukuk ve kimliğini savunacak kuruluşların tesis edilmesi yönünde adım attılar ve Necip Azuri gibi insanların çabaları neticesinde          ''Arap vatanı  Cemiyeti''nin kurulmasıyla Arapçılığın temelleri Turan hareketi karşısında atıldı.

20.yüzyılda da milliyetçilik dalgaları islam dünyasında ayrımcılığın artmasına neden oldu. Bu asrın ilk yarısında ülkeler veya ulusal birimler islam dünyasında oluşmaya başladı. Müslüman Araplar birinci dünya savaşından sonra  milli birimlere ayrıldılar ve Irak, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Suriye, Mısır, Libya,Tunus, Fas ve Cezayir gibi ülkelerin şekillenmesi bunların birbirleriyle rekabet ve düşmanlık etmeleri başlandı. Diğer taraftan Kuveyt ve Katar gibi Fars körfezi küçük krallıklar da birbirinden ayrıldılar. Bangladeş Pakistan'dan ve Pakistan da Hindistan'dan ayrıldı. Çoğu müslüman olan Afrika kıtasının doğu sahillerindeki ülkeler de küçük ve bağımsız ülkelere dönüştü ve böylece islami ümmet bölünmüş bir vaziyete geldi. Ayrıca ülkeler içinde etnik milliyetçilik takviye edildi ve türk, kürt, arap, beluç vs. tek ülke içinde birbirleriyle düşmanlık edip sonunda milli ve etnik kimliği dini kimliğine karşı üstünlük kazanıp ve islam dünyasında ittihadı ortadan kaldırmış oldu.

Hükümdarların otoriterliği de miliyetçilik gibi islam dünyasında tefrika yaratan etkenlerden olmuştur. Hatırlanacağı üzere programımızın geçen bölümlerinde Seyid Cemaleddin Esad Abadi ve Abdurrahman Kevakibi gibi islam dünyasının önde gelen müslih ve düşünürlerin görüşlerinde sivil olmayan hükümetlerin islam dünyasının vahdeti için bir engel oluşturduğuna değinmiştik.   Seyid Cemal açısından otoriter olmayan hükümetler tefrika ve ihtilaflara yola açan etnik ve kavmi taasupleri dini taasuplere bağlayarak birlik ve beraberlik ortamını toplumda sağlamaya çalışırlar. Kevakibi de aynen seyid cemal gibi müslümanlar arasında siyasi bilinçsizliği despot ve otoriter devletlerin oluşmasında etkili bulup ve islam ülkelerinin geri kalınmışlığının asıl sebebi olarak değerlendiriyordu.

Otoriter ve demokratik düzenlerin ayrımında iki önemli ve temel konuya dikkat edilmesi gerekir. İlk olarak otoriter yapılanmalar şiddet içerikli eylemlerin sonucunda ve halkın onlarda katkısı olmayan yollarla iş üstüne gelmiş olmalarını hemen belirtelim. Başka bir ifadeyle düzen içinde elde edilen güç seçimler yoluyla gerçekleşmemiştir. İkincisi ise  böyle nizamlarda genellikle güç bir kişi veya iktidar partinin elinde bulunduğu nedeniyle bir çok kararların alınması ve onların yürürlüğe geçmesi de bir kişinin veya bir siyasi partinin iradesi etrafında yapılıyor. Bu nedenle böyle bir hükümet sisteminde vatandaşlık, toplumsal ve siyasi hukuk istikrarının anlamı yoktur ve alınan kararlar halkın isteğiyle değil ve sadece bir kişi veya grbun arzuları üzerinde gerçekleşiyor.

Tarih boyunca da böyle siyasi düzenlerin var olması her zaman islam dünyasında vahdet ve beraberliği engellemiştir. çünkü iş başında bulunan siyasilerin aldığı kararlar ve istekleri halkın isteği ile uyumlu olmadığı için hükümet de diğer islami devletlerle ilişkileri güçlendirmeye ihtiyaç duymuyor. Öte yandan bu hükümet halk tarafından meşru olmadığı için halkın amaçladığı ideallerden çok farklı bir yolda ilerliyor ve  bu nedenle halk işbirliği için diğer ülkelerle teamüle geçmek isteseler de hükümet kendi halkının onayını kazanmadığı için bu hedef de doğruya ulaşamaz.  Despot hükümetlerde sergilenen otoriter tavır ve girişimlerden dolayı halk hiç bir zaman hükümetin yaptıklarının sadık ve dürüst olmasına inanmaz ve bu bakış diğer ülkelerin birbirine olan güvenini etkiler ve islami ülkeler hükümdarlarına yönelik karşıt bir tavır ortaya koyar.