Maad; Allah'a dönüş - 9
Geçen bölümlerde bu dünyanın ahiret adı ile anılan sonsuz bir dünyaya doğru yolculuğun başlangıcı olduğunu anlattık.
İnsan bu dünyada ahiret yaşamı için uygun bir zemin hazırlaması gerekir. Dünya çalışma ve amel yeri ve ahiret hesap verme ve sonuç elde etme yeridir. İnsanın bu önemli ilke üzerinde düşünmesi, dünyevi yaşamını büyük ölçüde etkiler, ancak her zaman ifrat ve tefrite kapılmamaya özen göstermesi ve denge yolu olan doğru yoldan sapmaması gerekir.
Maad ilkesine inanan insan, bir gün tüm amellerinin sonucunu göreceği bir günün geleceğini bilmektedir. Ve işte o gün insan ebedi yaşamına kavuşur. İnsanın bu dünyada tüm amelleri kayda alınmıştır ve o gün bunların tümünü bir bir yeniden seyretme imkanını bulur. Burada insanın iyi amelleri oldukça güzel şekillerde yeniden canlanırken, kötü amelleri de oldukça korkunç ve çirkin görünümlerde canlanır ve acı ve keder şeklinde görünür. Bu durumun bilincinde olmak, maad ilkesine inanan insanı sürekli söz ve amellerini ve hatta düşüncelerini gözetlemeye yöneltir. Böyle bir insan bu tür konulara geçici birer mesele gibi bakmaması gerektiğini çok iyi bilir. Çünkü gerçekte tüm bu amelleri insan, ahiret dünyasına önden göndermiştir ve öbür dünyada bu sermayeleri ile yaşaması gerekir.
İslam Peygamberi’nin –s– sahabesinden Kays Bin Asım şöyle anlatıyor: Birgün Tamimoğulları’ndan bir grupla Allah Resulü’nün –s– huzuruna müşerref oldum ve o hazrete şöyle arz ettim: Ya Resulullah, biz çölde yaşıyoruz ve sizin mahzarınızdan daha az faydalanıyoruz. Bize bir vaazde bulunur musunuz? Allah Resulü –s– oldukça faydalı nasihatlerde bulundu ve örneğin şöyle buyurdu: Senin bir zorunlu yoldaşın vardır ki asla senden ayrılmaz, sen ölü o diriyken senle birlikte defnedilir. Eğer şerefli biri olursa, seni de şereflendirir ve eğer kötü biriy olursa, senin başına kötülükler getirir. Senin bu yoldaşın senle mahşur olur ve kıyamet gününde senle birliktedir ve sen ondan sorumlusun. O zaman seçeceğin bu yoldaşı seçerken dikkatli ol ki iyi biri olsun, çünkü eğer iyi biri olursa senin için iyi olur, aksi takdirde dehşete düşmene yol açar. Bu yoldaş, senin davranışlarındır.
İnsanın yüce Allah ile irtibatı ve yürekten bağı ve ilahi emirlere bağlılığı, insanın kalbini şeytani düşüncelere karşı sigorta eder. Maad ilkesine inanan mümin insan, ilahi rahmet ve lütfun çok geniş olduğunu bilir, fakat bu rahbet, cezanın mutlak surette reddetme anlamına gelmez. İlahi sonsuz rahmet ve inayeti, Allah tealanın zulüm ve haksızlığa ve başkasının hakkına el uzatmaya karşı duyarsızlık ve O’nun mukaddes katında zalim ve mazlum bir olduğu şeklinde izah edemeyiz . ilahi adalet gereği herkes hakettiğini kazanır. Bu, dünya işlerini tedbir etmek ve genel düzen ve hikmet ve ilahi genel adalet kanunudur.
Kur'an'ı Kerim Yunus suresinin 53 ve 54. Ayetlerinde şöyle buyurur:
"O (azap) bir gerçek midir?" diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime andolsun ki o şüphesiz gerçektir ve siz âciz bırakacak değilsiniz. (O zaman) zulmeden herkes yeryüzündeki bütün servete sahip olsa (azaptan kurtulmak için) elbette onu feda eder. Ve azabı gördükleri zaman için için yanarlar. Aralarında adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.
İlahi adalet ve hikmet ancak zalimleri ve günahkarları cezalandırdığı vakit anlam kazanır. Yoksa yüce Allah’ın çirkin cinayetleri ile başeri tarih sayfalarını karartan zalimleri ahirette şefkatle karşılayacağı ve cennette ağırlayacağı nasıl düşünülebilir? Gerçekte ilahi azab da zalimler için rahmet ve adaletin ta kendisidir. Eğer yüce Allah fasık ve fasıt insanları amelleri yüzünden cezalandırmazsa, o zaman asla Allah’a adil ve şefkatli diyemeyiz. Yüce Allah katında bir zerre kadar hayır veya bir zerre kadar şerrin göz ardı edilmemesi, Allah tealanın mutlak adaletinin ta kendisidir. Bu yüzden İmam Ali –s– şöyle buyurur: Allah’a and olsun ki eğer yatağım yüreğimi inciten dikenlerin üzerinde olsa, elime ayağıma zincir vurulup sağa sola sürüklensem, benim için kıyamet gününde Allah’ı ve resulünü birilerine zulmetmiş veya onun bunun malına el uzatmış vaziyette ziyaret etmekten daha rahattır.
Evliyaların maad ve ahirette hesap günü ile ilgili gündeme getirdikleri meselelerden biri, Allah’tan korkmak veya bir başka ifade ile kendi amellerimizden korkmaktır. Bu korku insanın tüm amellerini ve davranışlarını kontrol eder.
Günah ve zulmetmenin kötü akibetinden korkmak insanı temkinli hareket etmeye ve isyankar içgüdülerini kontrol etmeye yöneltir. Tek umudu Allah’ın rahmeti olan kimse hiç çekinmeden her türlü günahı ve çirkin ameli işler ve yine Allah’ın fazl ve rahmetine ümitvardır. Böyle biri ne itaat etmeyi düşünür, ne de pak olmaya yönelir. Böyle biri tüm amelleri kötüdür, ama aynı zamanda kendisi için aydın bir gelecek düşünür ve başkalarını da Allah teala mihribanların en mihribanıdır, diyerek doğru yoldan saptırır.
Kulla Allah arasında aracı olan ilahi enbiye ve evliyaların çağrısı korku ve umut üzerine inşa edilmiştir. Onlar izleyenlerini bir yandan ilahi emirleri itaat ettikleri takdirde ahiretin ebedi nimetleriyle müjdelerken, ömür yandan da dini emirleri itaatsizlik etmekten ve böylece ahirette azab ve cezalandırılmaktan sakındırırdı.
Kur'an'ı Kerim İslam Peygamberi hakkında Sebe suresinin 28. Ayetinde şöyle buyurur:
Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Gerçekte insan azabdan korku ile ilahi rahmetten umut arasında yaşaması gerekir. Böyle bir durumda insan bir yandan ilahi sonsuz fazl ve rahmete umut bağlarken, amellerinin akibetini düşünür ve ahirette bu amellerin tepkisinden ve vahim sonuçlarından çekinir. Çünkü korkunun umuda üstünlük sağlaması insanı umutsuzluğa ve gevşemeye yöneltir ve umudun galip gelmesi ve özellikle yersiz tamah, insanı kibire ve gaflete sürükler. Her iki durum insanın ahiretteki yaşamını heba eder.
İmam Sadık –s– bir hadiste şöyle buyurur: mümin insan sanki cehennemin kapısında ve ateşe yakın duruyormuş gibi Allah’tan korkmalı ve cennet ehli olmuş gibi O’nun rahmetine ümitvar olmalıdır.
İslam Peygamberi’nin –s– kıymetli, imanlı ve ihlaslı sahabesi Ebuzer Gaffari evladı öldükten sonra ona en çok acı veren durum, evladının kesin kaderiydi, çünkü gerçekte saadetli insanlara mı, yoksa şakavet ehli olanlara mı katılmıştı, bunu bilemiyordu. Ebuzer bu acı dolu düşünce ve kaygı ile evladının mezarının başına geldiğinde elini onun kabrine koydu ve şöyle dedi: Evladım, rabbim seni sonsuz rahmetinden yararlandırsın. Şu anda senin ebedi kaderinin kaygısı bana ölümünden duymam gereken acıyı unutturdu. Allah’a and olsun ki senin ölümün için ağlamıyor, asıl seni bekleyen merhaleler için göz yaşı döküyorum. Keşke ölümden sonra neler söylediğini ve sana neler söylendiğini bilebilseydim. Ebuzer ardından Allah katına yönelerek hak tealaya şöyle arz etti: Ey yüce Rabbim, senin ona baba hakkı olarak vacip kıldığın her şey ben ona bağışladım. Ey yüce Rabbim, sen de ona vacip ettiğin kendi hakkını bağışla, sen keremde ve mağfiretten bizden üstünsün.