Mayıs 06, 2018 09:31 Europe/Istanbul

İslam dininin zuhur etmesi, İslam Peygamberi’nin –s– sergilediği çaba ve mücadeleleri ile beşeri tarihin dönüm noktası olmuştur.

Bu ilahi dinin sayısız getirileri ile şimdiki beşeri medeniyeti de sayısız ilerleme ile karşı karşıya getirdiği kesindir.

Şimdi hep birlikte Allah Resulü’nün –s– değerli mirası olan bu semavi dini tanıtmaya devam etmek istiyoruz.

 

Geçen bölümde İslam dini, Allah Resulü’nün –s– ebedi mirası olduğunu ve insanları yüce Allah ile teamüle ve bunun yanı sıra toplumla ve yine kendisi ile teamüle yönelttiğini anlattık.

Biraz önce de belirtildiği üzere İslam dini sayısız getirileri ile şimdiki beşeri medeniyeti de sayısız ilerleme ile karşı karşıya getirmiştir. İslam dininin en basit getirisi insanların arasında okuma yazmayı yaygınlaştırması ve İslam aleminde bilim ve ilimlerin kapılarını tüm insanların yüzüne açması ve bu bilim ve ilimlerin Batı dünyasına ve başka milletlere ve ardından tüm dünyaya sunmasıdır, öyle ki bu semavi dönüm noktası olmaksızın Roma, Mısır ve İran gibi medeniyetler hiç bir zaman şimdiki medeniyet seviyesine ulaşamazdı.

 

Fransız ünlü tarihçi Gustav Lobon “İslam ve Arap medeniyeti” adlı eserinde şöyle diyor: Kuşkusuz İslam’ın siyasi ve sosyal nüfuzu sonsuz ve çok önemlidir. İslam bayrağı göndere çekildiği her kentte medeniyet de göz kamaştıran parlayışı ile orada tecelli etmiştir.

Fransız ünlü müneccim ve matematikçi piere Simon Laplas da şölye diyor: Gerçi biz semavi dinlere inanmıyoruz, fakat Hz. Muhammed’in –s– inancı ve tealimi beşeri yaşam için iki sosyal örnektir. Bu yüzden itiraf ediyoruz ki onun dininin zuhur etmesi ve akılcı ahkamı büyük ve değerlidir ve bu yüzden Hz. Muhammed’in –s– tealimini benimsemekten bağımsız sayılamayız.

 

İslam dini son ilahi din ve en mükemmel inanç olarak yüce Allah tarafından ve Peygamberi Hz. Muhammed’i Mustafa’nın –s– aracılığı ile insanları hidayete ve saadete erdirmek için gönderilmiştir. İslam Peygamberi’nden –s– önce gelen tüm ilahi peygamberler o hazretin geleceğini müjdelemiştir. Allah Resulü’nün –s– ebedi mucizesi olan Kur'an'ı Kerim de geçmiş enbiyanın İslam Peygamberi’nin –s– zuhurunu müjdelediğini ve hatta kitap ehli olanların o hazretin gelmesini beklediklerini buyuruyor. Kur'an'ı Kerim Hz. İsa bin Meryem’den naklen o hazretin de İslam Peygamberi’nin –s– zuhur edeceğini ve adı da Ahmed olduğunu beyan ettiğini ifade ediyor.

 

İslam dininin en önemli imtiyazı, kalplere nüfuz ederek ve insanların arasında kardeşlik ve vahdet duygusunu geliştirerek yayılmasıdır. İslam’ın amacı insanların saadeti ve beşeri toplumda adalet ve özgürlüğü sağlamaktır. İslam Peygamberi’nin –s– bu hedeflere ulaşmak için barışçıl ve özgürlükçü hareketini başlatması ile beraber bu semavi din çok hızlı bir şekilde gelişti ve yayıldı. Allah Resulü’nün –s– insani kerametin bir parçası olarak özgürlüğe saygı göstermesi, o hazret hakkında ve parlak ve eşsiz kişiliği konusunda kitaplar yazar alimler ve düşünürlerin eserlerine yansıyan bir gerçektir. El Hasani siyer kitabında şöyle yazıyor: İslam Peygamberi –s– asla ve hiç bir zaman hiç kimseyi kendi inancından vazgeçmeye zorlamadı. Allame Şeyh Muhammed Hüseyin Kaşiful Gata da bu konuda şöyle diyor: İslam Peygamberi ya ahdinden dönen ya da o hazreti tevhidi yaygınlaştırma ülküsüne karşı çıkanlarla savaştı. Bu savaşlar esasen İslam üzerinde ısrar etmekle ilgisi yoktu.

 

İslam Peygamberi’nin –s– insani kerametle ilgili düşünceleri gözden geçirildiğinde herkesin dikkatini çeken nokta, o hazretin insani kerameti tehdit eden tehlikelerin hakkında yaptığı uyarılarıdır. Buna göre Allah Resulü –s– gafleti ve kendi kendine yabancılaşmayı ve şehvetlere ve maddiyata boğulmayı insani keramete yönelik en önemli zararlar olarak tanımlamış ve insanları kendi keramet ve şerefini kollama konusunda uyarmıştır. İslam Peygamberi –s– bu konuda şöyle buyurur: Allah katında hiç bir şey insandan daha saygın değildir. O hazretten: hatta melekler de mi? diye sorulduğunda da: evet, zira melekler güneş ve ay gibi mecburdur, fakat insan hür irade ile yaratılmıştır, şeklinde karşılık verir.

 

İslam tarihinde defalarca vurgulandığı üzere Müslümanlar ne zaman bir kenti fethettiyse, başka dinlerin izleyenlerine Müslümanlar gibi inanç özgürlüğünü sunmuştur ve eğer cizye adında cüz’i bir vergi alınmışsa, bu da tamamen onların can güvenliğini temin etme yönünde harcanmıştır, zira onların can ve mal ve namusunun güvenliği, İslam dininin güvencesi altında olmuştur. Başka dinlerin mensupları ibadetlerini de özgürce yapmıştır. İslam tarihini okuyan herkes bu hakikati bilir ve hatta İslam hakkında kitap yazan Hristiyan düşünürler de bunu itiraf etmiştir. Örneğin İslam ve Arap medeniyeti adlı kitapta şöyle okumaktayız:

Müslümanların başka cemiyetlere yönelik davranışları o kadar yumuşaktı ki bu cemiyetlerin dini liderleri kendileri için dini meclisler düzenleyebilirdi.

Yine bazı kaynaklarda, bir grup Hristiyan rapor sunmak üzere İslam Peygamberi’nin –s– huzuruna çıktıklarında kendi dini ibadetlerini Medine’nin Mescid-i Nebi camiinde özgürce yerine getirdikleri ifade edilir.

 

İslam Peygamberi’nin –s– başta Yahudiler olmak üzere başka dinlerin mensupları ile ilişkisi, iyi komşuluk ve barışçıl ilişki temelindeydi ve karşı tarafın insani kerametine saygı duyardı. Allah Resulü –s– Yahudilerin kötü davranışlarına karşı sürekli sabırlı davranır ve nifak temelindeki uygulamalarına göz yamar ve onları Müslümanlarla bir tutar ve dini ayinlerine saygı gösteridir. Allah Resulü –s– Yahudilerle anlaşmalarına bağlıydı ve eğer Yahudilerden biri anlaşmaya aykırı hareket edecek olursa sadece onu cezalandırır ve onun suçundan başka Yahudileri sorumlu tutmazdı. Nitekim Müslümanlara ihanet eden Kaab bin Eşref ve Selam bin Ebi Hakik’e karşı da aynı yöntemi uyguladı ve diğer Yahudilere dokunmadı. Gerçekte İslam Peygamberi’nin –s– Yahudilere karşı davranışı hatta Kureyş aşireti ve diğer Arap aşiretlere karşı davranışına nazaran daha yumuşaktı.

 

İslam Peygamberi’nin –s– en önemli kaygısı insanı yüceltmek ve kurtuluşa erdirmekti. Kur'an'ı Kerim Tevbe suresinin 128. Ayetinde şöyle buyuruyor:

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.

İslam Peygamberi –s– her temiz yiyeceği helal ve her kötü ve menfur şeyi haram ilan ediyor ve insanların omuzundaki ağır yükümlülükleri hafifletiyor ve onları ellerine ve ayaklarına bağlanan zincirlerden kurtarıyordu.

 

İşte bu yüzden İslam dini insanı eşrefi mahlukat ve marifet sahibi olarak tanımlıyor. İslam dinine göre insan Allah’tan başka hiç bir şeye tapmamaya layıktır ve bunun dışında her türlü inancı bir kenara itmesi ve hiç bir insanın karşısında boyun eğmemesi ve tağut hükümdarları ve ilahi olmayan herkesi reddetmesi gerekir. İnsan hiç bir diktatöre ve müstekbire boyun eğmemesi gerekir, nitekim İslam Peygamberi –s– de Allah’tan başka hiç kimseye kulluk etmemek gerektiğini buyurur. Kur'an'ı Kerim de bu konuda şöyle buyurur:

(Resûlüm!) de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın.

 

İçine ilahi ruh üflenen insan ilahi Halife olma mevkiine gelebilir ve ilahi cemalin tüm sıfatlarını aynası olabilir. böyle bir insan Allah’ı kendisinin maliki bildiğinden asla bencil olamaz ve ancak Allah’a tapar. İnsanın taptığı Allah varlık alemini yaratan ve tüm işleri tedbir eden ve her şeye mutlak hakim olan yegane Allah’tır. Ancak bu merhaleye gelebilmek için insan ilk önce nefsini tezkiye etmesi ve kendini tanıması gerekir. Gerçekte kendini tanımak, insanla Allah arasında bir irtibat köprüsüdür. Nitekim peygamberler ve evliyalar da bu yoldan ilahi kutsal kata yöneldiler ve kendilerini nefislerinin tutsağı etmediler. Her insan çevresini ve iyi ve kötü olan şeyleri tanımadan önce kendini tanıması ve fıtratında yatan hazineyi keşfetmesi ve onları kemale erdirmesi ve nefsani heva ve heveslerine ve şehvetine gem vurması gerekir ve ancak bu durumda en büyük saadete nail olabilir.