Nisan 11, 2016 11:50 Europe/Istanbul

Geçen bölümlerde sekularizmin genel anlamında dinin insanın yaşamından soyutlandırılması ve bireysel bir zevk seviyesine indirgenmesinden ibaret olduğunu ve bu düşüncenin Batı kültürü ve Hristiyanlık inancının ürünü olduğunu anlattık

Yine geçen bölümlerde Hristiyanlık aleminde sekularizmin ortaya çıkış nedenlerini ve şartlarını irdeledik ve İslamî düşünce ile hristiyanlığın bu bağlamda farklılıklarını masaya yatırdık ve ardından sekularizm düşüncesinin fikri temellerini ele aldıktan sonra ilkin bu düşüncenin önemli temellerinden biri olan hümanizmden söz ettik ve İslamî düşünce ile Batı'nın hümanizm düşüncesi arasındaki farklılıkları irdeledik.

Şimdi sohbetimizin devamında sekularizmin bir başka ilkesi olan scientizm yani bilimselcilik ilkesini ele almak istiyoruz. Bu terimde yer alan bilim sözcüğü insanın beş hissi ile doğrudan ve tam irtibatı olan tecrübi bilimler kastedilmektedir. Scientistler ya da bilimciler tecrübi yöntem ve hislere dayalı gözlem, dünyanı tanımanın tek yolu olduğuna inanır ve tecrübi bilimlerce ispat edilmeyen her şeyin ilmi olmadığını ve anlamsız ve geçersiz olduğunu savunur. Dolaysıyla bu yaklaşıma göre Allah, ruh ve maad gibi konular tecrübi ve hissi yoldan incelenemediğinden ilmi değildir ve onları benimseyemeyiz ve hurafe ve kuruntu olarak saymalıyız.

Bilimciler ayrıca maneviyat ve ahlak ilkeleri de benimsenebilmeleri için maddi ve tecrübi boyut kazanmaları gerekir. Dolaysıyla yaşamdaki değer de tecrübe ve gözlem yoluyla elde edilmelidir. Bilimcilere göre ancak tecrübi bilimin onayladığı ahlak ilkeleri kabul edilebilir. Böyle bir ahlak insanın maddi çıkarlarını karşılaması ve yararlı ve faydalı olması gerekir. Bu yüzden bilimciler ahlak alanında sabit ilkeleri reddediyor ve bu alanda nisbilik ilkesini benimsiyor.

Tecrübi bilim büyük bir ivme ile tıp, ulaştırma, uzay ve sanayi bilimleri gibi alanlarda ilerledi ve bu ilerleme ile beraber beşeri toplum bir nevi ilmi gurura doğru yöneldi, ki bu durumun doruğu 19. Yüzyılda yaşandı. Bu ilerlemeler tecrübi bilimlerin ürünüydü, fakat tecrübi bilimin sınırlarını ve kabiliyetlerini göz ardı etmek ve tecrübi yöntemi beşerin tüm düşünce sahalarını kapsayacak şekilde yaymak, bilimcilerin en büyük hatasıydı.

Bilimcilik taraftarları beşerin dini maariflerine hiç bir değer vermedikleri gibi, hatta insan aklı ve akılcı getirilerine de hurafe damgası vurdular ve bu yüzden çok çabuk düşünürlerin eleştiri oklarının hedefi haline geldiler.

Gerçekte eğer bilimselciliği kabul edecek olursak, hatta matematik ve mantık bilimler de düşünce sahasının dışına çıkması gerekir.

Bilimselciliği eleştiren düşünürler, tecrübi bilimin haddini aştığını ve doğa ötesi alemin alanına, felsefe, ahlak, insan, Allah ve maad bilimi alanlarına ve daha geniş manada varlık alemine genel bakış alanına müdahale ettiğini savunuyordu. Bilimselciliğin muhalifleri arasında mülhidler, yani dinsizler bu alanları aklın faaliyet alanları ve dindarlar da akıl ve dinin faaliyet alanları biliyordu. Her halükarda ister mülhidler ister dindarlar, hiç biri yaşam için hedef belirlemeyi, varlık alemi bilimi, insan bilimi ve makulat alemini sırf tecrübi olmadıkları için hurafe olarak algılamıyor, bilakis bunları insan düşüncesinden daha üst düzeyde ve daha derinde olan ve tecrübi bilimlerin onlara ulaşması mümkün olmayan durumlar olarak tanımlıyordu.

Tecrübi bilimlerin üstünlüğü inancının hakim olduğu dönemde kilisenin bilimlerin gelişmesine karşı tutumu, dinin insanın yaşam arenasından silinmesinin önemli sebeplerinden biriydi. Nitekim ister ortaçağda bilimin çökmeye yüz tuttuğu dönemde ve ister bilimlerin hızla gelişmeye başladığı Rönesans döneminde kilise her zaman tecrübi bilimlere karşı ifrat ve tefrit dolu bir tutum sergiledi.

Ortaçağda kilise, varlık alemindeki fenomenlerden tahrifata uğramış ve alimane olmayan yorumlar sunuyor ve hiç kimseye bu anlayışı irdeleme veya muhalefet etme izni vermiyordu. O dönemde kilise bazı doğal ve bilimsel ilkeleri kutsal ve dini saymak sureti ile onları kendi dini kesin ilkeleri telakki ederken, bilimin gelişmesi bu ilkeleri açıkça batıl ilan etti. Bunun en somut örneği, kilisenin dini ve kesin ilkesi olan güneşin yerkürenin etrafında döndüğü inancıydı, fakat Galile bunun tam tersini ispat etti. Ancak kilisenin tecrübi bilimlerle uğraşan bilginlerin yeni keşifleri ve yeni icatlarına karşı tepkisi olumsuzdu, öyle ki yeni bilimleri kutsal olmayan şeyler ilan etti ve bilginleri tekfir ederek onları engizisyon mahkemelerinde yargılayarak en ağır biçimde cezalandırmaya başladı.

Kilise alemin madde olgularında sebep düzenini benimsemiyor ve tüm işleri doğrudan tanrıya bağlıyordu. Kilise yağmur ve fırtına gibi doğal olaylardan başka mucize, ilahi takdir ve Allah'a tevekkül etmeyi de aynı temelden, yani Allah'ın hiç bir sebep belirlemeksizin müdahalesinden hareketle beyan ediyordu. Ancak bilimin dünyadaki tüm olguları ve aralarındaki ilişkileri keşfetmeye başlaması ile beraber Hristiyanlığın bu düşüncesi sorgulanmaya başladı. Bundan sonra tecrübi bilim her maddi olgu için maddi bir sebep açıklıyordu. Bu süreç kilisenin tealimini adım adım geri itmeye başladı. Bu arada kilisenin bilimle dinin alanları birbirinden ayrı olduğunu ve dinin kilisenin bir köşesine çekilmesi gerektiğini kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Gerçekte kilisenin pasif tutumu düşünürlerin ve sıradan insanların arasında din ile bilimin birbiriyle uyum gösteremediği ve bilim için diyanetten el çekmek gerektiği düşüncesini güçlendirmeye başladı.

Geçen bölümlerde İslam dini zuhur ettiği ilk günden itibaren insanları talim ve terbiyeye ve bilim öğrenmeye teşvik ettiğini anlattık. İslam dini bazen maddi ve tecrübi bilimleri öğrenmeyi müslümanlar için vacip kılmıştır. Bu yüzden İslam dini öğretileri ile tecrübi bilimlerin arasında hiç bir tezat veya sürtüşme söz konusu olmamıştır.

Bir başka önemli nokta şu ki, İslam dini hiç bir zaman sebep düzenini reddetmemiş ve önceki dinlerin izleyenleri arasında yaygın olan eski inancın aksine varlık aleminin düzenini, sebebiyet ve illiyet düzeni olarak bilmektedir. Ancak bu inanç, Allah'ın hakimiyetini hafifletmek veya reddetmek anlamına gelmez ve sadece madde aleminde illiyet düzenini Allah tealanın failiyetinin bir alt bölümü saymaktır.

Gerçekte felsefe terminolojisinde varlık alemi veya sebep kanunu olarak adlandırılan durum, din dilinde ilahi sünnet olarak adlandırılır. İslam öğretilerine göre mahluklar varlık itibarı ile Allah'tan bağımsız olmadığını gibi etkilerinde de bağımsız değildir. Dolaysıyla İslam dini ve inancı tecrübi bilimler varsayımı, yani doğa sisteminde sebebiyet düzeni itibarı ile çelişki arz etmez ve onu kabul eder. Fakat İslam'a göre bu durum, maceranın tümü değildir.

Bilimselciliğin en anahtar noktası şu ki tecrübi bilimlerde tartışılan konu, varlığın sadece özellikleri ve izleridir. Burada varlığın kendisi ve çeşitleri tartışması tamamen akılcı bir tartışmadır ve filozoflara bırakılması gerekir. Yine ahlak ve dünya bilimi ve diğer akli bilimlerle ilgili tartışmalar, tecrübe sahasının dışındadır. Filozoflar ve düşünürlerin büyük bir bölümü hatta dinlerin öğretilerine dayanmaksızın ve sırf akıl gücünü kullanarak madde aleminin ötesinde kendine özel kanunları ve düzeni olan bir alemin varlığını ispat etmiştir. Maddi olmayan bu alemle madde alemi birbiriyle irtibattadır ve sebep sonuç türünden karşılıklı etkileşimleri söz konusudur. Yani maddi olmayan alem madde üzerinde etki yapabilir ve bu çeşit bir etki de, tecrübi yöntem onu benimsemediği halde hakiki sebep düzeninin bir parçasıdır.

İnsan için başka yollar da vardır. Örneğin akıl ve vahiy bu tesirlerin niteliğini aydınlatır. O zaman varlık sadece maddi değildir ve sebep düzeni de maddi alemle sınırlı sayılmaz. Bu konu, İslam'ın temel öğretilerinden biridir.

İranlı büyük düşünür şehit Mutahhari şöyle diyor:

Materyalistler böyle bir hataya düştü ve bilimlerin aracılığı ile keşfedilen dünyanın bazı doğal kanunlarını gerçek ve eşsiz kanunlar olarak varsaymaya başladı ve ardından mucizeleri de bu kanunların ihlali şeklinde telakki etti. Biz diyoruz ki bilimin beyan ettiği şeyler özel ve sınırlı şartlarda geçerlidir ve ne zaman bir peygamber veya evliyanın iradesi ile çok özel ve harikulade bir iş yerine getirilirse, burada maddi olmayan çok özel bir etken ve unsur işe karışmıştır.

Demek mucize, her hangi bir olayın sebepsiz gerçekleşmesi değildir ki anlamsız ve kabul edilmez yorumlansın. Bu istidlal sadece mucizeleri açıklamak için kullanılmaz, aynı zamanda dua ve tevekkül ve ilahi takdirin insan yaşamı üzerindeki etkilerini beyan etmek için de geçerlidir. Bu konuda şehit Mutahhari şöyle diyor:

Günümüzde bilimselciliğin ve saf bilimsel talim ve terbiyenin mükemmel bir insan yaratmaktan aciz olduğu anlaşılmıştır. Saf bilimsel talim ve terbiye mükemmel insan değil, ancak yarım insan yetiştirebilir.

Evet, bugünkü sohbetimizde insanın ancak tecrübi yöntemlerle tanımak ve başka yöntemleri geçersiz saymaktan ibaret olan bilimselciliğin sadece İslam öğretileri açısından değil, aynı zamanda Batılı düşünürlerin açısından da benimsenen bir durum olmadığını öğrendik. Buna göre de sekularizmin asırlar önce üzerinde inşa edildiği önemli bir fikri temellerinden biri daha geçersiz olduğu anlaşıldı. 015

Etiketler