Nisan 10, 2021 12:28 Europe/Istanbul

Bu bölümde Hicri Şemsi 14'üncü yüzyılda Din konusunu ve dini gelişmeleri ele alacağız.

Tarih boyunca "din" insan hayatının en önemli parçalarından biri olmuştur. Çeşitli biçimleri ve tanımlarıyla dinin bireysel ve sosyal kimliğinde önemli bir rol oynamadığı toplumu nadiren görüyoruz. Dünyada dinsizleştirme, esas olarak on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında, Ortaçağ dini egemenliğine tepki olarak gelişen ve laiklik olarak tanımlanan bir olgudur.

Modern çağın başlangıcı ve deneysel bilimin şaşırtıcı kazanımları ve başarıları sürecinin yavaş yavaş başlamasıyla birlikte, düşünürler arasında deneysel bilimin insan yaşamının tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceği fikri oluştu. Bu fikir, dinin alanını giderek daha fazla daraltarak, dini, bilimle değiştirme fikrinin oluşmasına neden oldu. Bu arada dinler üzerine iki görüş ortaya çıktı. İlk görüş, dini,ahlaka veya yalnızca bireysel maneviyata indirgedi. İkinci görüş, dinlerin temelini tamamen reddediyordu. Örneğin pek çoğu, David Hume sayesinde dinin kökenini insan korkusuna ve cehaletine atfetti. David Hume'a göre insan, doğal afetlerin nedenleri ve kökleri konusundaki cehaletinden dolayı  Tanrı'ya yöneldi ve ona sığınıp bu afetleri ona atfetmiştir. Ona göre bilim çemberi ne kadar geniş olursa din o kadar marjinalleşecektir.

Böyle bir çağda, modern insan kendini mükemmelliğin zirvesinde gördü ve geçmişe ve tarihe ihtiyaç duymadığını hissetti. Dininden ve inançlarından uzaklaşmasına ve yalnızca teknolojinin gelişimi ve maddi çıkarlar gibi idealleri düşünmesine neden olan bu aldatıcı gurur git gide büyüdü. Yirminci yüzyılın ilk on yıllarında ve Hicri Şemsi takviminde de 14'üncü yüzyılın ilk yıllarında Batı dünyası sanayileşmeye doğru daha hızlı ilerledi. Bu dönemde Batılı insan kendini herhangi bir ekolün prangalarından kurtardı ve tam bir özgürlüğe yöneldi. İnsanoğlu dünyayı kayıtsız bir şekilde geçirmek istiyordu. Ancak içeriden boşluk duygusu gibi değişikliklerin olması, dışarıda şiddet ve büyük savaşların çıkması, böyle bir insanın her şeye şüpheyle bakmasına neden oldu. Bilimin ilerlemesine, daha iyi bir refah ve yasal koşullarda yaşamasına rağmen kendini güvensiz, anonim ve boş hissediyordu.

İnsanlığın yirminci yüzyıla geçişiyle birlikte bilimcilik, bilimle ilgili hayal kırıklığına yol açtı. McGill Üniversitesi'nde felsefe profesörü olan CHARLES TAYLOR, "bireyciliğin" yirminci yüzyıl insanı için ilk endişe kaynağı olduğunu belirtti. Taylor'a göre bu benmerkezcilik, insan hayatını anlamsız, dar görüşlü hale getirip onu anlam açısından yoksullaştırıp aynı zamanda insanların başkalarına dikkat etmesini engellemesine yol açmıştı. Bu durumda, insanlar artık büyük hedeflere dair bir anlayışa sahip olmadıklarını ve kendilerini bir şey veya başkaları için feda etmelerinin de bir anlamı olmadığını belirtti. 

Bu bağlamda ünlü İsviçreli psikolog Carl Gustav Jung gibi düşünürler,  çağdaş insanın hayatının anlamına yönelik ihtiyaçlarına dair  ve üstün kavramlara yönelik teoriler sundular. Carl Gustav Jung şöyle bir açıklamada da bulundu:"Kuşkusuz, çağdaş insanın erdemlere ve faziletlere yönelik hakaretleri kalıcı değildir. İnsan,bilimin, teknolojinin ve organizasyonlu olmanın  yararlılığını deneyimledi, aynı zamanda bu yeni teknolojilerin ne kadar felaket doğurabileceğini de gördü. Modern insan artık dikkatini büyük ölçüde  maddi ve görünüşte kalan işlerden ziyade, içsel dönüşümlerine ve değişikliklerine çevirmiştir. Bu eğilim, insanın iç dünyasından, dış dünyadan alamayacağı bir şey beklediğini göstermektedir. Aslında insanlar, hayatın anlamını ve kavramını arıyor."

Aynı zamanda, doğu dünyasındaki din durumu Batı'dakinden daha acınacak haldeydi, çünkü Batı'da, en azından ara sıra, Tanrı bireysellik dünyasında maneviyat ve ahlak biçiminde yaşamaya devam etti  ve hayatta kaldı. Doğuda ise din, toplulukları uyuşturmak için  ve kapitalizmin elinde bulunan bir araç olarak görülüyordu. Materyalizmin yayılmasıyla birlikte evrenin en üst kademesi maddiyata ayrıldı ve sonuç olarak her türlü metafizik durum ve tanrının var olma ihtimali ortadan kalktı.

İslam dünyasında da dindarlığın durumu  dinin siyasetten ayrılmasıyla şekillenmiş ve İslam ülkelerinde hiçbir hükümetin planlama ve sosyal ilişkiler için dine yönelmesine  izin vermiyordu. Aslında İslam ülkelerinin tüm hükümetleri laikliği öyle ya da böyle kabul etmişti. İslam dünyasının bir diğer sorunu Batılılaşma idi. Bu hastalık nedeniyle, dini, Batı yaşamının ilişkileriyle uyumlu hale getirmek için her türlü çaba gösterildi. Bu dönemde İslam savunmak istense bile İslam'ın öğretileri Batı'nın öğretilerine göre şekillendirilmeye çalışıldı. Batı bilimi o kadar etkili idi ki, İslam'ı deneysel bilimlerin öğretilerine uyarlamak için tüm çabalar sarf edildi.

Ancak yirminci yüzyılın ortalarında ve Hicri Şemsi takvimde de 14'üncü yüzyılın dördüncü ve beşinci on yıllarında dünya, sosyal alanda dinin canlanışına mucizevi bir şekilde tanık oldu. Düşünürlere göre; dini fikirlerin ve toplumsal hareketlerin küresel olarak geri dönmesi, yirminci ve on dördüncü yüzyılların en beklenmedik olaylarından biridir. Böyle bir gelişmenin beklenmediği, bu olgunun siyasi gelişme, modernleşme ve laiklik konusunda kabul gören görüş ve fikirlere ciddi şekilde meydan okumasından kaynaklanmaktadır.

Hicri Şemsi 14'üncü yüzyılın ortalarında dünyanın bir köşesinde İran İslam İnkılabının doğuşu ile  büyük bir değişim meydana geldi ve dini düşünceye dayalı siyasi ve sosyal bir sistemin oluşması, dünyayı hayrete düşürdü. İran İslam İnkılabı, Durkheim ve Max Weber gibi insanların görüşlerini değişikliğe uğrattı. Onlara göre, rasyonalizasyon sürecinde, toplum kutsal unsurları marjinalleştirir, böylece yavaş yavaş bu unsurları ortadan kaldırır, ve sonuçta rasyonal unsurları onların alternatifi olarak ortaya çıkarır.  Ancak bu dönemde dinin varlığı, rasyonalite ve bilim ile beraber ortaya çıktı.

İran İslam İnkılabı, insanın haysiyetinin ve gururunun, dinin ve yüksek manevi değerlerin içinde yattığı mesajını vermişti ve ancak büyük ilahi peygamberlerin yoluna devam ederek adalet ve maneviyat kokusunun dünyaya yayılabileceğini öne sürdü.  İslam İnkılabı, siyaset, ekonomi, hukuk ve sosyal gelenekler gibi insan hayatının normal durumları ile ilgili, doğru ve kapsamlı bir program sunarak dini değerlere dayanarak  başarıya ulaşabileceklerini vaat etti. 

1979 İran İslam İnkılabı, dinin kökenlerinden, dini liderlikten ve ilahi destekten doğan ideallerle, Doğu ve Batı'nın ve de İslam dünyası üzerinde birçok etki yarattı. Bu devrimin din karşıtı Doğu bloğu üzerindeki etkileri, laiklik yanlısı Batı blokunun etkisinden çok daha derin oldu. Bu yüzyılda İslam dünyası, hükümdarlarının beceriksizliği ve despotluğu, bir yandan da iç huzursuzlukları ve diğer yandan da yabancı kolonilerle çatışmalar nedeniyle pek çok sorunla yatıp kalkıyordu. İslam İnkılabı öncesi İran'daki siyasi ve sosyal durumun bu dönemde gerekli iyi özelliklere sahip olmaması nedeniyle, zalim ve ehliyetsiz hükümdarlar, ülkenin kültür ve medeniyetinin büyümesi ve gelişmesi zeminini neredeyse yok etmişlerdi. Bu bağlamda  Batı öğretilerinin  modernizm ekolü çerçevesinde yayılması isteniyordu. Ayrıca  Hicri Şemsi 14'üncü  yüzyılda dinin ve dini öğretilerin işlevselliği, hem de o günkü küresel ve bölgesel koşullar altında  en önemli meselelerden sayılırdı. 

Bununla birlikte, İran İslam İnkılabının dünyada ortaya çıkışı, dini düşüncenin yeniden düşünülmesinin ve mücadeleci ve devrimci İslam'ın ortaya çıkışının başlangıcıydı. İslam Devrimi'nde olup biten temel husus,  bir dinin bir ulus için bağımsızlık ve özgürlük yaratabilmesiydi.  Bir ulusu kölelikten kurtarması ve onlara özgüven ve umut dersi vermesi idi. Son olarak, bir dinin, bir ulusun bireysel ve sosyal yaşamında kesin ve belirleyici rol oynayabildiği de ortaya çıktı. İslam Devrimi sırasında Marksist bir ideolojiye sahip olan dünyadaki elliden fazla ülke, İslam Devrimi'nin zaferi ile İran'da dinin neden kitleleri uyutan bir unsur haline gelmediği sorusuyla karşı karşıya kaldı. İslam Devrimi'nin zaferinden altı aydan kısa bir süre sonra, ideolojisi Marksizm olan 30'dan fazla ülkede camiler ve tapınaklar yeniden faaliyete başladı ve din, sosyal ilişkilerinde kendi yerini buldu. 

İran milletinin devrimi, dini doğası ile İslamcılığın ateşini ve Müslüman topluluklar arasında baskı ve yolsuzluğa, adalete ve bağımsızlığa karşı mücadeleyi de fitilledi. Bu hamlelerin, güçlü ve hegemonik ülkelerin zayıf ulusların servetlerini yağmalamak için uyguladıkları düzeni bozması doğaldı. Bu nedenle, zaferin ilk günlerinden itibaren bu devrimi yok etmek için birçok güç yoğun çabalar başlattı.  Batı'daki din ve İslam karşıtı meseleler, her şeyden çok, insanın maddi ve manevi ihtiyaçlarına aynı anda dikkat eden ve insan toplumlarının ilerlemesinin temellerini dikkate alan bir dinden korktuklarını göstermektedir.

On beşinci yüzyıl Hicri Şemsi'ye girdiğimiz sırada, Tanrı'sız hayatı ileri süren ekoller ve düşünceler, birbiri ardı sıra,kapasitesi tükenmiş görünüyor ve artık materyalist okullarda takılıp kalan insanların zindeliğini kaybettiği kesin bir şekilde söylenebilir. 

İnsanların hem kişisel hem de sosyal olarak dine ihtiyaç duyduğu gerçeğini inkar etmek mümkün değildir. Bu nedenle, bir Rus yazar olan Tolstoy'a ": İnanç nedir?" diye sorulduğunda şöyle diyor: "  İnanç, insanın birlikte yaşadığı şeydir. İnanç, insan hayatının sermayesidir."

Etiketler