Şubat 25, 2017 09:59 Europe/Istanbul

Geçen hafta Filistin gelişmeleri Filistinli yetkililerin diplomasi arenasında artan başarıları ve Amerika ve korsan rejim İsrail’in bu durumdan duydukları kaygıların daha da derinleşmesinin etkisi altında kaldı.

Filistin gelişmeleri ile ilgili bir başka konu, siyonist rejimin Beytulmukaddes’te yayılmacı politikalarını şiddetlendirmesi ve Filistin milletine ve müslümanlara ait olan bu kutsal kentte yer alan İslam mekanlarda müslümanlara daha fazla kısıtlama getirmesi ile ilgiliydi.

Korsan İsrail kabinesi Kudüs camilerinden ezan sesinin yayınlanmasına yasak getiren yasa tasarısında bazı düzeltmeler yaptıktan sonra onaylanmak üzere bu rejimin parlamentosuna sundu.

Söz konusu ırkçı yasa tasarısına göre Kudüs’te gece saat 11:00’den sabah 07:00’ye kadar camilerden ezan sesi yayınlanması ve ayrıca ibadi mekanlarda hoparlör kullanılması yasaklanıyor.

Her halükarda son haftalarda ve özellikle Amerika’da yeni Başkan Donald Trump’ın işbaşına gelmesi ve Tel aviv’e yeşil ışık yakmasından sonra tüm gelişmeler, ırkçı rejim İsrail’in başta Beytulmukaddes olmak üzere tüm Filistinli bölgelerde Mescid-i Aksa ve diğer İslamî mekanlara yönelik sultacı emellerini ve ırkçı politikalarını şiddetlendirdiği gözleniyor.

Gerçekte eli kanlı rejimin Beytulmukaddes’e yönelik sultacı emelleri, bu rejimin bölgede tüm ilahi dinlere karşı koymak ve ırkçı politikalar gütmek istediğini ve ayrıca bu rejimin izlediği ırkçı politikaların Amerika’nın yeni Başkanı Donald Trump’ın Filistin milleti ve diğer müslümanlara karşı sergilediği ırkçı tutumu ile örtüştüğünü gösteriyor. Nitekim Trump Amerika’da Netanyahu’yu ağırladığı sırada bir kez daha Amerika’nın işgal altındaki Filistin’deki büyükelçiliğini Tel aviv’den Kudüs’e taşımak istediğini vurguladı.

Image Caption

Korsan rejim İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Amerika ziyareti ve Başkan Donald Trump ile görüşmesi baştan başa yalan ve sahtekarlık dolu bir ziyaretti.

Ancak bu ziyarette dikkat çeken nokta, Netanyahu’nun terör hakkındaki sahtekarlığı ve başkalarını suçlamaya çalışmasıydı. Gerçekte Netanyahu, korsan rejim İsrail zaten terör üzerine inşa edilen şom ve illegal bir rejim olduğu halde terörden söz etti ve müslümanları terör ve radikalizmle suçladı. Ancak Netanyahu’nun sahtekarlığı için ortamı müsait görmesine sebebiyet veren konu, Donald Trump’ın radikal görüşleridir ve bir çok devlet adamlarının tavsiyesine karşın başta müslümanlar olmak üzere başkalarına yönelik hasmane açıklamalarını sürdürmektedir.

Geçen hafta Yemen gelişmeleri Suud rejiminin cinayetlerini şiddetlendirmesi ve bu cinayetlerin aydınlatılması için gerçekleri araştırma komisyonunun kurulma zaruretinin gündeme gelmesinin etkisi altında kaldı. Bu çerçevede Yemen’in milli kurtuluş hükümeti Dışişleri Bakanı Huşam Şeref Abdullah bir kez daha BM insan hakları yüksek komiserliğinden bağımsız gerçekleri araştırma komisyonu kurulmasını istedi.

Yemen savaşı başladığı ilk günden beri Yemenli yetkililer ve Yemen kamuoyu defalarca BM insan hakları temsilcisinden Suud rejiminin Yemen’de insan haklarını ve uluslararası yasaları nasıl ayaklar altına aldığını yakından görmek için Yemen’i ziyaret etmesini talep ediyor, ama maalesef bu talebin şimdiye kadar karşılık bulmadığı anlaşılıyor.

Son günlerde ise Suud rejiminin Yemen milletine yönelik işlediği cinayetleri yansıtan raporlar uluslararası kamuoyunun dikkatini Arabistan rejiminin Yemen milletine karşı fosforlu bombalar ve misket bombaları gibi yasak mühimmat kullandığına çekmeye başladı.

Gerçekte Suud rejiminin Yemen milletine karşı cinayetlerini sürdürmesine zemin oluşturan konu, BM yetkililerinin Arabistan’ın işlediği cinayetlere karşı pasif tutumudur. Hatırlanacağı üzere BM eski genel sekreteri Ban Ki Moon Arabistan rejiminin adını çocuk haklarını ihlal eden rejimlerin listesinden çıkararak bu rejimi Yemen’de işlediği cinayetleri konusunda daha da küstahlaştırmıştı.  BM’nin sergilediği pasif tutum ise bu teşkilatın Batılı zorba devletlerin ve Arabistan gibi rejimlerin dolarlarının etkisi altında olduğunu gösteriyor.

Image Caption

Her halükarda Suud hanedanı da BM’nin pasifliğinden yararlanarak Yemen milletine karşı cinayetlerini rahatça sürdürüyor.

Geçen hafta Irak ve Suriye yetkililerinin Türkiye’nin tamahlarına yönelik tepkileri bölge medyasında geniş yankı buldu. Bu arada geçen hafta Suriye ve Irak’ta siyasi ve askeri sahalarda yaşanan gelişmelerde de önemli başlıklar ön plana çıktı.

Geçen hafta Irak Cumhurbaşkanı Fuat Masum, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girmesini Irak’a tecavüz ve bu ülkenin milli egemenliğinin ihlali niteledi.

Cumhurbaşkanı Masum, Türkiye’nin askerlerini Irak topraklarına yerleştirmesi ile ilgili soruya verdiği cevapta, Bağdat yönetiminin bu durumdan hoşnutsuzluğunu ta baştan Ankara’ya bildirdiklerini, hatta Türkiye Başbakanı Yıldırım’ın son ziyaretinde de bir kez daha TSK’nın Irak’a girmesini Irak’a tecavüz ve bu ülkenin milli egemenliğinin ihlali nitelediklerini ifade ettiklerini kaydetti.

Image Caption

Masum, Irak Türkiye ile ılımlı ilişkiden yana olduğunu ve bu yüzden bu sorunu siyasi baskı ve diplomatik kanallardan çözmeye ve Türkiye’nin geri çekilmesini sağlamaya çalıştıklarını vurguladı.

Öte yandan Türkiye’nin Irak ve Suriye’ye yönelik askeri müdahaleleri ve Kürt meselesini ileri sürmek veya Suriye’de güvenli bölgeler kurmak gibi kamuoyunu saptırmaya yönelik planları ile izlediği politikaları BM yetkililerini de tepkiye zorladı. Bu şartlarda Türkiye yönetimi Suriye’de sözde güvenli bölgeler kurmak bahanesi ile aslında şimdiye kadar yaptığı gibi teröristlere daha rahat bir şekilde destek vermeyi ve Suriye’de teröristlere karşı yürütülen operasyonları aksatmayı ve sonuçta eli kanlı tekfirci teröristleri korumayı ve konumlarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Türkiye aynı zamanda Suriye krizinin bölgesel ve küresel çabalarla çözümlenme çabalarını sabote etmeyi de sürdürüyor. Nitekim Türkiye’nin sabotajları sonucunda Astana 2 müzakereleri herhangi bir sonuç bildirisi yayımlanmaksızın çalışmalarını noktaladı. Astana müzakerelerinde Suriye yönetiminin heyetine başkanlık eden bu ülkenin BM daimi temsilcisi Beşar Caferi, Türkiye Suriye’de bir yandan savaş ateşini yakan ve öbür yandan da söndüren taraf olamayacağını vurguladı.

Bazı gözlemciler ise Türkiye’nin Astana’da devam eden süreçte sergilediği tutuma dikkat çekerek Ankara’nın bu süreci sinsice sabote ettiğini ve adeta darbe yaptığını belirtiyor.

Öte yandan Irak’ta yaşanan gelişmeler bu ülkenin kader belirleyici günlere geldiğini gösteriyor. Irak’ta Musul’u tekfirci IŞİD terör örgütünden kurtarma operasyonu 17 Ekim 2016 tarihinde başladı ve şimdi son aşamalarına geldi. Irak’ta teröristler son nefeslerini veriyor, fakat aynı zamanda terör saldırılarına da devam ediyor. Bu arada son günlerde Bağdat'ın teröristlerin hedefi haline gelmesinin bir sebebi, bu kentin Muktada Sadr taraftarlarının düzenlediği protesto eylemleri yüzünden gergin bir atmosfere bürünmesidir.  Çünkü Bağdat’ta güvenlik güçlerinin önemli bir bölümü Muktada Sadr taraftarlarının protesto eylemini kontrol altına almak zorunda kalıyor. Ancak bu durum Musul’da sıkışan IŞİD teröristlerine Bağdat’ta güvenlik kaygılarını tırmandırma fırsatı sağlıyor ve böylece örgüt Musul’da bir nebze olsun daha fazla nefes alma imkanı bulmaya çalışıyor. Kuşkusuz bu durum Musul operasyonunu etkileyerek IŞİD teröristlerine yeniden güç toplama ve hamilerine onlara daha fazla yardım ulaştırma imkanı sağlayabilir.

Bültenimizin devamında geçen hafta Filistin’in diplomasi arenasında sergilediği başarıdan ve başta Pakistan olmak üzere bazı ülkelerde büyükelçilik açmasının yankılarından ve ayrıca Bahreyn’de halkın 14 Şubat 2011 inkılabının yıldönümünde Halife rejimine yönelik protesto eylemlerini şiddetlendirmelerinden söz etmek istiyoruz.

Geçen hafta korsan İsrail’de yayımlanan Yediot Aharonot gazetesi, Filistin’in dünya genelinde diplomatik temsilcilik sayısı ve ayrıca ülkelerin Filistin’deki büyükelçiliklerinin sayısı işgal altındaki Filistin’e kıyasla daha fazla olması gibi iki önemli konuyu itiraf etti.

Gazete, Filistin’de 103 diplomatik temsilcilik faaliyet yürüttüğünü, oysa bu sayı işgal altındaki Filistin’de 102 olduğunu ve yine Filistin’in yurtdışında 95 temsilciliğine karşı Tel aviv’in sadece 78 temsilciliği bulunduğunu belirtti.

Aslında siyonist gazetenin bu itirafı, son yıllarda Filistin’in çeşitli ülkelerce tanınma süreci hızlandığını ve ayrıca bu ülkelerin siyonist rejimi gayri meşru bir rejim olarak bildiklerini gösteriyor.

Gerçi hali hazırda Filistin’in yurtdışında sadece 95 temsilciliği bulunuyor, fakat Filistin Dışişleri Bakanlığının verilerine göre şimdiye kadar dünyanın 135 ülkesi bağımsız Filistin devletini desteklediği anlaşılıyor ve bu yüzden Filistin’in temsilcilik sayısının 135’e ulaşma ihtimali de bulunuyor.

Öte yandan Filistin’in tanınma süreci sadece Filistin’de yabancı diplomatik temsilciliklerin sayısı veya Filistin’in yurtdışında temsilcilik sayısının artması ile sınırlı olmadığı ve bunun yanında son zamanlarda Filistinli şahsiyetlerin bazı önemli uluslararası mevkilere önerildiği de belirtilmelidir.

Bu doğrultuda BM genel sekreteri Antonio Guterres Filistin’in eski başbakanlarından ve Fetih hareketinin siyasi liderlerinden Selam Fayyaz’ı Libya barış müzakerelerinde kendisinin temsilcisi olarak BM güvenlik konseyine sundu, gerçi Amerika hemen bu konuya tepki verdi. Aslında Amerika’nın Filistinli eski bir yetkilinin BM genel sekreteri Antonio Guterres’in Libya özel temsilcisi olmasına hemen tepki vermesi, beyaz sarayın Filistin milletine yönelik kin ve düşmanlığının derinliğini yansıtan bir gerçektir. Bu şartlarda Amerika’nın BM arenasında Filistinlilere karşı sergilediği tutum Washington ve Tel aviv’in uluslararası arenalarda daha fazla rezil rüsvay olmasına yol açtığı gözleniyor.

Geçen hafta bölgenin bir başka önemli gündemi, Bahreyn gelişmeleriydi. Geçen hafta Bahreyn milletinin 14 Şubat 2011 inkılabının yıldönümüydü. Bahreyn halkı bu tarihte zalim Halife rejimine karşı başlattığı haklı kıyamında özgürlük ve demokrasi talebini gündeme getirdi. Bu kıyam inci inkılabı adıyla ün yaptı. Bahreynli gençler 14 Şubat 2011’i öfke günü olarak adlandırdı ve Halife rejimi aleyhtarı protesto eylemlerini başlattı.

Image Caption

Aslında bu kıyam Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde yükselen İslamî uyanış sürecinin sonucuydu ve bir çok ülkeyi etkilediği gibi Bahreyn milleti de bu dalgadan etkilendi ve zalim Halife rejiminin zulmünden iyice usanan Bahreyn milleti bu fırsatı değerlendirerek o günün şartlarına göre inkılap hareketini genişletti.

Behreyn milletinin zalim Halife rejimi ile en temel sorunu, bu ülkeye hakim olan ve temelleri diktatörlüğe ve Bahreyn halkı arasında tefrika yaratmaya dayanan siyasi yapıdır. Bahreyn’de güç ve servet belli bir hanedanın tekelinde bulunuyor ve bu rejimin kendi vatandaşlarına uyguladığı geniş çaplı kısıtlamalar mazlum Bahreyn milletinin sabrını taşıran ve 14 Şubat inkılabına sebebiyet veren son damla oldu. Şimdi ise Bahreyn milleti Halife rejiminin tüm baskıları ve kısıtlamalarına karşın hala haklı talepleri üzerinde ısrar ediyor ve haklı taleplerinde geri adım atmıyor.

Bahreyn’de baş gösteren itirazlar aslında halkın hoşnutsuzluğunun işaretidir ve Şeyh İsa Kasım ve şu anda hapiste yatan Bahreyn milli vefak İslamî cemiyeti genel sekreteri Şeyh Ali Salman gibi akıllı liderlerin öncülüğünde aralıksız devam etmektedir.

Bahreyn halkının haklı kıyamında bu ülkenin seçkin din adamları ve şahsiyetlerinin ifa ettikleri önemli rolleri itibarı ile Halife rejimi son dönemde özellikle Bahreynli ulemayı hedef almaya başladı, nitekim bu rejim Bahreyn milletinin kıyamının ta ilk gününden itibaren bu ülkenin önde gelen alimlerini bastırmaya başlamıştı.

Bu çerçevede Bahreynli seçkin alim Şeyh İsa Kasım şimdiye kadar bir çok kez Halife rejiminin saldırısına uğradı. Halife rejimi en son Şeyh İsa Kasım’ı vatandaşlıktan çıkararak bu seçkin alimi Bahreyn’den sınırdışı etmeye kalkıştı, fakat Bahreyn milleti Şeyh İsa Kasım’ın evinin etrafında düzenledikleri oturma eylemi ile şimdiye kadar Halife rejimini bu şom hedefine ulaşmakta engelledi.

Halife rejimi Bahreyn milletinin kıyamının liderlerini hapse atmakla halkla liderleri arasında mesafe oluşturmaya ve böylece bu kıyamı bastırmaya çalıştı. Ancak Halife rejimi tüm çabalarına ve izlediği baskıcı politikalarına rağmen şimdiye kadar Bahreyn milletinin kıyamını durduramadı, bilakis Halife rejiminin hasmane tutumu bu inkılabı daha da alevlendirdi. Nitekim Halife rejimi şimdi artık halkın haklı ve meşru taleplerine boyun eğmekten başka çaresi olmadığını çok iyi biliyor.

Etiketler