Mart 31, 2016 16:59 Europe/Istanbul

Geçen bölümlerde sekularizmin dinin çökmesi, sönmesi ve yok olmaya yüz tutması ve toplumda, yaşamda, kültür ve sanatta, ekonomi ve siyasette, hükümet ve yönetimde varlığının azalmasından ibaret olduğunu anlattık.

Bu görüşe karşı bir başka görüş de vardır ve dinin akaid, ahlak ve insanların bireysel ve sosyal yaşamı için gerekli olan tüm kuralları ve kanunları ve ahkamı içirdiğine ve insanların dünya ahiret saadetini temin ettiğine yaradığını ve bu yüzden insan yaşamının tüm arenalarında var olduğuna inanır.

Sekularizmin kökü Hristiyanlık inancına ve Batı kültürüne dayanır. Bu yüzden hangi etkenlerin Batılı toplumların dini insanların yaşamında sadece bireysel bir zevk ve ilgi seviyesine indirgemesine ve onu insanın yaşam programı ve saadet vesilesi olarak tanımamasına sebebiyet verdiğini bilmek önemlidir.

Geçen bölümde Hristiyanlığı vahye dayalı her türlü tahriften uzak bir kitabı bulunmaması sekularizmin ortaya çıkışında etkili olan esas etken olduğunu anlattık.

İslam dini ile Hristiyanlığın sekularizm veya dinin insan yaşamının alanından ayrılığı konusunda ilk farklılığı, Batılı insanların asla yüce Allah tarafından gelen ve tahrifata uğramayan bir kitapla karşılaşmamış olmasıdır. Hristiyanların kutsal metinleri genelde Hz. İsa'nın söz ve davranışları veya tarihin ifade edildiği kitaplardır ve bazen kaleme alınma tarihleri üzerinden ancak 300 yıl geçmiş ve bu süre içerisinde tahrifata maruz kalmıştır. Kuşkusuz bu tür kitaplar insan yaşamı için iyi bir kılavuz olamaz.

Geçen bölümde ayrıca İslam ve Hristiyanlığın vahye dayalı metinlere sahip olma bakımından farklılıklarına işaret ettik.

Batı dünyasında sekulirizmin ortaya çıkışının bir başka nedeni, Hristiyanlıkta din ve bilimin karşı karşıya geliş düşüncesidir. Hristiyanlık aleminde eski ahit, yani Tevrat'ta gerçekleşen tahrifat yüzünden hem bilim ve hem iman açısından ağır bedeli olan bir düşüncenin sızmış olmasıdır ve bu düşünce, bilim ve imanın çeliştiği düşüncesidir. Bu düşüncenin temel kökü eski ahit öğretilerine uzanır. Yaratılış yolculuğu adlı bölümde Adem, cennet ve yasak ağaç hakkında şöyle deniliyor:

Allah Adem'e emrederek şöyle buyurdu: Bahçenin tüm ağaçlarından hiç bir engel olmaksızın beslen, fakat iyi ve kötü marifeti ağacından yeme, çünkü ondan yediğin günan hemen ölürsün.

Tevrat'ın üçüncü faslında ise şöyle deniliyor: ... ve yılan, ki çölün tüm hayvanlarından daha uyanıktı, kadına (yani Havva'ya) şöyle dedi: Allah bilir, o ağacın meyvesinden yediğiniz gün gözleriniz açılır ve Allah gibi iyi ve kötünün arifi olursunuz.

Ve kadın, o ağacın hoş ve bilimi arttıran bir ağaç olduğunu görünce, o zaman meyvesinden yedi ve kocasına da verdi ve o da yedi, o zaman ikisinin de gözleri açıldı.

Eski ahit'in bir başka bölümünde şöyle deniliyor: ... ve Allah dedi ki: insan bizden biri gibi oldu ve iyi ve kötüye arif oldu. Sakın elini uzatıp hayat ağacından da yemesin ve ebediyen yaşamasın.

Bu algılamaya göre Allah'ın iradesi insanın bilinçlenmemesi ve gaflette kalmasına yönelikti. Bu öğretilere göre ki ilahi öğretiler olamaz, Hristiyanlar ta baştan ilim ve hikmete rağbet etmedi ve Mesih dininin getirdiği dinin ışığında hakikati bulduklarına inanırdı ve bu yüzden sadece Mesih'in sözleri üzerinde düşünmeye ve ibadet etmeye yönelmelerinin daha iyi olacağını düşünüyordu.

Ancak zamanla Hristiyan alimlerin arasında teslis, Allah'ın İsa'nın cisminde tecelli etmesi ve benzeri inançlar üzerine anlaşmazlık yaşanmaya başladı ve hristiyan alimler bu anlaşmazlıkları gidermek için bir şura kurdu ve bu şurada hristiyanlık inancının ilkelerini oy çoğunluğu ile belirlemeye ve başkalarının görüşlerini batıl ilan etmeye başladı.

Miladi beşinci yüzyılda Batı Roma imparatoru çöktükten sonra Avrupalı tarihçilerin ortaçağ olarak adlandırdıkları dönemde ilim ve hikmet tamamen unutuldu ve cahillik öylesine galip geldi ki hatta dinin önde gelen insanları nispi kemal ve erdemden bile yoksundu. Bu dönemde fikri bağımsızlık ve görüş ve düşünce özgürlüğü diye bir şey yoktu ve araştırmacılar ancak kutsal kitap ve Mesih dininin önde gelenlerinin tealimine göre araştırma yapmaları gerekiyordu ve eğer muhtemelen araştırmalarının sonuçları bu tealimle aykırı olsaydı, hemen tövbe etmeleri ve istiğfarda bulunmaları gerekiyordu.

Miladi 13. Yüzyılın başlarında Papa'nın talimatı üzerine bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede ilhad ve dinsizlikle suçlayan insanların durumu ile ilgileniyordu. Bu mahkemelerin işlediği facialar, hristiyanlık inancının en acı tarihî deneyimleriydi ve düşünürlerin ve bilginlerin dine ve dini savunanlara yönelik derin öfkesini tetikledi. Bu mahkemelerde yüzlerce ve hatta binlerce bilgin ve düşünür en ağır biçimde cezalandırıldı, bazıları diri diri yakılırken, bazıları en ağır işkencelerin altında can verdi ve şanslı olanlar hapse atıldı.

Ancak kilise ve Papa 14. Yüzyıldan sonra çeşitli siyasi, iktisadi ve kültürel sebeplerden ötürü güç kaybına uğradı. Bundan sonra insanlarda bağımsızlık ve bilimsel araştırma ruhu gelişmeye başladı, çünkü Allah insanı hakikattaleplik ve düşünme ruhu ile yaratmıştı. Ancak kilise bilim ve düşünceye yönelik yanlış bakışı ile bu Allah vergisi yeteneğin gelişmesine mani oluyordu. Doğal olarak hakikattalep insan bilimsel baskı döneminde sessiz kalamazdı ve böylece Rönesans ve bilimsel devrim çağı yaşandı.

İslam dini ile Hristiyanlık arasında sekularizmin ortaya çıkışı bakımından söz konusu olan ikinci farklılığın köklerini İslam dininin bilim ve ilime bakışı ve bilim öğrenmeye bakışında aramak gerekir. Kur'an'ı Kerim'in Bakara suresinin 31 ila 34. Ayetlerinde şöyle buyurur:

Allah Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arz edip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan ancak sensin, dediler. (Bunun üzerine: ) Ey Âdem ! Eşyanın isimlerini meleklere anlat, dedi. Adem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi. Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

Demek ki Kur'an'ı Kerim ayetlerine göre melekler Adem karşısında eğildi ve secde etti. Bu ayetler insanın başka mahluklarına nazaran üstünlüğünün sebebi, bilgisi olduğunu gösterir.

İslam Peygamberi –s– şöyle buyurur:

Bilim öğrenmek her Müslüman için vaciptir. Nitekim Allah Teâlâ da bilim talebinde bulunanları sever.

Rivayetlere göre bir gün Allah Resulü –s– camiye girer ve iki grupla karşılaşır. Bunlardan biri ibadetle ve diğeri bilim öğretmek ve öğrenmekle meşguldü. Allah Resulü –s– ise şöyle buyurdu: Her iki grup iyi amelde bulunuyor, fakat ben öğretmek için gönderildim. Bu sözlerin ardından Allah Resulü –s– öğretmek ve öğrenmekle meşgul olan grubu arasında oturdu.

Allah Resulü –s– ayrıca şöyle buyururdu: Hikmeti nerede ve kimin yanında olursa, velev ki müşrik veya münafık olsun, ondan öğrenir.

İslam Peygamberi –s– yine şöyle buyururdu: Bilimin peşinden gidin, velev ki Çin'e kadar yolculuk etmeniz gerekli olsun.

İslam dininde öğrenilmesi üzerinde vurgu yapılan ilimler, sadece dini ilimler değildir. Gerçi dini ilimleri öğrenmek ve Allah Teâlâ'yı tanımak başka ilimlere nazaran özel bir üstünlüğü söz konusudur, fakat İslam dini insanların izzeti ve saadeti için başka ilimlerin de öğrenilmesi gerektiğini gözetlemiştir. İslam öğretilerine göre Allah'ın kullarına hizmeti etmeyi ve O'nun rızasını amaçlayan ve O'na yakınlaşmaya vesile olan her ilimden yararlanmak gerekir. Ancak İslam dininde Allah'tan uzaklaşmaya ve kullarına zulmedilmesine vesile olan hiç bir ilmin değeri yoktur. Dolaysıyla bir ilmin onaylanması ve öğrenilmesine teşvik edilmesinde esas kriter Allah Teâlâ katına yakınlaşma ve kullarına hizmet etmektir ve burada hangi ilmin tecrübi ve maddi ve hangisinin ilahi olduğu esas kriter sayılmaz. Nitekim Allah'ı tanıma bilimi de duyarsızlık yüzünden insanın Allah'tan uzaklaşmasına ve sapkınlığına vesile olabilir.

İslam dini açısından bazı ilimlerin öğrenilmesi her Müslüman için vaciptir. Örneğin akaid ve ahlak ve İslamî ahlak ilimleri her insanın yaşamında gerekli olduğu kadar öğrenilmelidir. Ancak bazı ilimlerin de bazı müslümanlara öğrenilmesi vaciptir ve böylece toplum bu ilimlerde alimlerden boş kalmamalıdır. Dini ilimler ve tecrübi ilimler ve benzeri ilimler, toplumun ilerlemesi ve korunması için gereklidir. Bu yüzden tıp, fizik, kimya, biyoloji ve benzeri bilimleri öğrenmek bazıları için şer'i açıdan vaciptir.

Gerçekte bu denli geniş bir bakış açısı sayesinde İslam dünyasında büyük bilginler ve hekimler yetişmiş ve sürekli saygı görmüştür. Çünkü İslam dininde bilimle din arasında hiç bir zaman sürtüşme ve karşı karşıya gelmek gibi bir durum söz konusu olmamıştır.

Evet, Batı dünyasında sekularizmin türemesinin bir başka sebebi, Hristiyanlığın bilim ve özellikle maddi ve tecrübi bilimlerle yüz yüze gelmesidir, oysa böyle bir durum İslamî toplumda esas itibariyle mevzu bahis değildir. 015