Ağustos 21, 2020 19:58 Europe/Istanbul

Bu bölümde sohbetimizi toparlamaya ve koronavirüsn sinemaya ve film sektörüne yaptığı etkiyi ele alacağız.

Son altı ay içerisinde  koronavirüs pandemisi  tüm dünya halkını yeni bir hayat tarzı ile karşı karşıya bırakmıştır.  İlginçtir ama artık birçokları yeni hayat koşullarına ayak uydurmuştur.  Maalesef insanları maskelerle görmeye alıştık. Bu günlerde evde kalın, film izleyin ve vaktinizi tek başınıza geçirin diye tavsiyeleri duyuyoruz.  Ancak en kötü durgunluk dönemini yaşayan  sinemanın bu ölümcül virüs ile alakası ne olabilir ki? Acaba film izlemek bize yardımcı mı oluyor? 

İki yıl önce Dalia Schwizer " Zombiler, virüsler ve dünyanın sonu " isimli bir kitapta  insanoğlunun eşsiz bir güvenlik içerisinde yaşadığını  tüm siyasi gelişmeler ve savaşlara rağmen  birçok ülkede güvenliğin olduğunu yazdı.   Dalia yazdığı kitapta  medya organlarının yayımladığı tüm savaş ve felaket haberlerine rağmen  gerçekler ve meyda organlarının anlattıkları arasında büyük bir fark olduğunu anlattı.  Dalia  kitabında bu hususu çok iyi bir şekilde  dünyadaki gelişmeleri konu eden filmlere bağlamaktadır.  

Dalia kitabında şöyle yazmıştır:" Bazı filmlerin bizim hayatlarımıza dayattığı kimi afetler   dünyanın ve medeniyetlerin sonunu getirecek tahmin edilebilir virüsler değil  kimi medya organlarının bile gündeme taşımadığı  büyük savaşlar ve terörizm tehlikesidir. Burada medyanın özellikle de  sinemanın konumu önemlidir. Çünkü dünyanın geleceğe dönük kaygılarını ve korkularını arttırabilir ve  vizyonu karamsarlaştırabilir.  

Belki de filmde kuruntulu düşünceleri ve paniği sergilemek  insanoğlunun  bir canlı olarak kırılganlığını kabul etmesi için bir yöntemdir.   Hollywood sinemasında  tehlikeli bir virüs veya canlının  insani hata yüzünden veya kasıtlı olarak topluma yayıldığı veya bırakıldığı konu edilmiştir.  

Esasında Hollywood'un ahir zaman meselelerine bakışı  dehşet verici bir bakış olmuş ve hiçbir zaman  dünyanın sonu bir kurtarıcının gelmesi ile hayra bağlanmamıştır. Böylece dünyanın sonu ile ilgili filmlerde  dünya için hayırlı bir son gösterilmemiştir.  Hollywood'daki çoğu apokaliptik eserlerde  toplumlar  insanlığa saldıran canlı veya canlılar ile mücadele etmektedir. Öyle canlılar ki  ya diğer gezegenlerden gelmiş ya da ölümcül bir virüs dolayısı ile  ortaya çıkmışlardır.   

Apokaliptik filmlerin bir bölümünde de ölümcül bir virüsün yayıldığı  gösterilmektedir. Öyle bir virüs ki  tıbbi ve genetik keşiflerde tesadüfen bulunmuş, biyolojik silah olarak kullanılmak üzere üretilmiş, uzaylılar tarafından yerküreye aktarılmış veya bilinmeyen nedenlerden dolayı ortaya çıkmıştır.    Bu filmlerin çoğunda ancak bilimsel bulgular ve bilimsel deneyler gözardı edilmiştir.  Kimi filmler ise bilimsel tabanlı olsa da ancak ölenlerin sayısı ile ilgili abartılı rakamlar sunulmuş ve bilimsel sonuçlar gözardı edilmiştir. 

Örneğin virüs enfeksiyonları yüzünden  tedrici ölümler  sinemaya pek uymayan konulardır. Bu yüzden  doğal olarak Hollywood böyle bir konuyu heyecanlandırmak için  belli durumlara baş vurur.   Örneğin  1995 ürünü Salgın isimli filmde  Motaba isimli sinsi ve ölümcül bir virüs insanların hayatını tehlikeye düşürür.   Burada ilginç nokta ise  Motaba virüsünün gizlilik ve kuluçka döneminin bir kaç saat olması ve yüzde yüz ölümcül olmasıdır.  

Tabii ki gerçek hayatta  virüsler bir saat içerisinde bile  insanları canlarından edebilirler. Ancak ölümcüllük ve  uyum sağlama arasında ince bir bağ söz konusudur.  Bu da virüsün ona ev sahipliği yaptığı canlıyı hızlı öldürdüğünde kendisinin de aynı hızla yok olması demektir. Bu yüzden böyle bir virüsün yayılması da pek muhtemel değildir.   

Viroloji ilkelerine göre  en hızlı virüsler bile bir kaç gün ila bir kaç yıl kadar kuluçka dönemine sahipler ve bir kaç gün ila bir  kaç ay kadar da belirlendikten sonra varlığını sürdürür.  Bu yüzden bu virüslerin ölümcül olma oranı ve hızı Hollywood filmlerindekinden çok daha azdır. 

Dünya Sağlık Örgütü'nün istatistiklerine göre   koronavirüsten dolayı ölüm oranı sadece yüzde 2 kadardır. Ya da gribin ölümcüllük oranı yüzde 0.1 kadardır.  Yüzde 40 kadar ölüm oranına sahip tehlikeli Ebola hastalığı bile Hollywood'daki yalanları yansıtmıyor.  

Bir filmin ortalama süresi yaklaşık iki saat kadardır. Bu süre ise apokaliptik gerçekleri sahnelendirmek için kısa bir süre sayılır. Bu yüzden de senaristler mecburen daha hızlı bir şekilde senaryoyu anlatmalılar.  "28 Gün Sonra" isimli filmde ise  dünya genelinde  ilginç bir şekilde geçen bir ay içerisinde ölümcül bir epideminin hikayesini görüyoruz.  

Hollywood filmlerinde hastalıkların hızlı bir şekilde yayılmasına ilginç bir şekilde ilgi duyulmaktadır.  Örneğin  28 Gün Sonra  isimli filmde  virüsün bulunduğu ortamda olan herkes bu virüse yakalanır. Diğer filmlerde de  virüse maruz kalanlar hemen hastalığa yakalanır ve birkaç saat ve birkaç gün içerisinde hayatlarını kaybederler.  Halbuki gerçekte  kanın vücutta dolaşması bile bir dakika kadar sürüyor. Bu yüzden Hollywood'un hızlı anlayışını kabul etmek için bile en az iki dakika süreye ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü bir virüse yakalanmak ve bu virüsün vücuda yayılması için 2 dakika zamana ihtiyaç vardır. 

Gerçek dünyada bir hastalığın epidemiye dönüşmesi için  daha uzun bir süreye ihtiyaç duyulmaktadır. Buna ilaveten hiçbir hastalık dünyayı yok etmemiştir. Amerika'daki hastalıkları denetlemek ve önleme merkezi ise grip hastalığının 1918 yılında bir yıl kadar sürdüğünü AİDS'in de yıllardır hızını düşürdüğünü belirtti. Veba gibi ölümcül bir hastalık bile 4 yıl kadar sürdü ve insanlığı yok edemedi.  

Bir başka önemli nokta ise  Hollywood filmlerinde  sade bir maske ile korunmaya çalışılmak ve virüsün ölümcül etkilerinden korunabilmektir.  Bu filmlerde hastalara dokunulduğu takdirde maskeli kişinin bile  ölümüne kesin gözüyle bakılır.  

Wenderbildt Üniversitesi enfeksiyon hastalıkları uzmanı Dr. William Schaffer ise şöyle diyor:"  Virüsler ufacık canlılardırlar. Bu yüzden virüslerin geçemeyeceği maskeler aracılığı ile nefes almak da çok zor.   Bu yüzden cerrahi maskeleri havada asılı kalan virüslerin girişini  önleyemezler.  Bu maskeler bir çok tozcuk ve parçacığın önünü kesebilir ancak  her şeyi önleyemez. "

Tabii ki kimi filmlerde  koruma teçhizatı ve donanımı  daha profesyonelce gösterilmiştir.  Örneğin  tek parça elbiseler veya sağlık genleri veya  giyecekleri.  Tabii bu hususlara da odaklandığınızda binlerce garip hatanın farkına varmak mümkün.  Örneğin kirli odalardan  öylesine temizlenmeden sıradan odalara girilmesi. 

Ölümcül virüsler ekseninde hazırlanan filmlerde görülen hususlardan biri de bu sorunun nasıl çözülmeye çalışılmasıdır.   Filmlerde genel olarak tehlikeli bir hastalık yaratan canlı insanlara bulaşır ve birçok insanı kurban eder.  Bu arada az sayıda sağlam kalan insan kaçmaya ve mücadele etmeye çalışır.  Bu durumda mutlu son nasıl gerçekleştirilebilir ki? Tabii ki  sihirli  kan ile. 

"Ben bir efsaneyim"  filminde tüm insanlar ölümcül bir virüsten dolayı zombiye  ve vampire dönüşürler ve sadece bir doktor sağlıklı kalır.  Bu da bu doktorun bu hastalığa karşı dokunulmaz olduğunu gösteriyor.  Bu doktor kendi kanı ile  aşı yapmaya başlar.  Halbuki bilimsel bulgulara göre bu mümkün değildir.   Genetik bağışıklık kan ile aktarılamaz. Birinin vücudu antikora sahip olması halinde bile ilk olarak virüse yakalanması lazım. Ardından vücudu antikoru üretmeye başlayabilir. 

En iyi ihtimalle Hollywood'un bu farazi düşünceleri doğru sayılsa bile büyük bir kan miktarına ihtiyaç duyulmaktadır.   Örneğin Sıcak Bölge isimli filmde tedavi için  bir insanın kanı ve plazması kullanılır. Ancak bu tedavi için bir hayvan veya insanın kanından daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır.  

Burada ilginç nokta ise birçok Hollywood filminde  ölümcül virüslerin akıllıca davranmasıdır. Örneğin  Z Dünya Savaşı filminin bir bölümünde filmin baş rolünü canlandıran karakter   virüsün zayıf bağışıklık sistemine sahip insanlara dokunmadığını söyler. Ancak burada belli bir mantık söz konusudur. Virüsler zaten daha zayıf vücutları tercih etmezler çünkü yayılmak ve çoğalmak için daha sağlam vücutlara ihtiyaçları vardır. 

Değinilmesi gereken son nokta ise  koronavirüsün de olumsuz yönlerine rağmen olumlu yönlerinin de olmasıdır.  Uzaktan bir bakışla olumlu noktaların daha fazla olduğunu görüyoruz.  Örneğin  çevre koşulları iyileşti. İnsanların toplumdaki  ilişkileri etkilendi.  Gerçekte birçok aile sorunlar ve sıkıntılar ile baş başa kalsa da kimi aileler de daha fazla kenetlendiler.   

Koronavirüs pandemisinin ardından kesinlikle insanlar dünyaya farklı bir görüş açısından yaklaşacaklardır. Psikolojik açıdan da  insanların daha umutlu, daha sabırlı ve daha toleranslı olacakları söylenmektedir. 

Değerli dinleyiciler  karantinada yaşamak zorundaysanız muhakkak tavsiyelere uyun.  Hayat filme benzemez bizler de bu filmlerin oyuncuları değiliz.  O zaman korku ve paniği ruhumuza ve vücudumuza musallat etmeye ne hacet.  Ortaya çıkan koşulları kabul edelim ve insanların sağlığının korunması için ellerimizden geleni yapalım. 

 Unutmayın: Hayat akıp gitmektedir. Hayatı sevin ve her anından keyif almaya çalışın. 

Etiketler