Ağustos 21, 2020 20:00 Europe/Istanbul

Bu bölümde Türkiye hidropolitikalarını uzmanların bakışından ele alacağız.

Türkiye hidropolitiği isimli seri sohbetimizde  Türkiye hidropolitği ya da başka bir ifade ile Türkiye'nin su yönetimi hususundaki politikalarını ele almaya çalıştık. Buna esasen Türkiye'nin su ile ilgili siyasetlerinden kaynaklanan sorunları ve  bu siyasetlerin Türkiye ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerini nasıl etkilediğini ele almaya çalıştık. Bu bölümde ise  daha detaylı analizleri ele almaya çalışacağız. 

Türkiye'de Güney Doğu Anadolu projesi ya da GAP ismi ile bilinip 1980 yılından itibaren Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki projelerin yapılması ile başlanmıştır.  Bu mega proje aslında  bu nehirlerden tekel bir şekilde diğer ülkelerin  çıkarlarına ve durumlarına bakılmadan  kullanılmasına dayalı olmuştur. 

Geçen bölümlerde de söylediğimiz gibi bu proje dahilinde 22 baraj ve 19 hidroelektrik santral Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde bir buçuk milyon hektarlık tarım arazilerini sulamak ve  yıllık olarak  55 milyar kilowatt saat elektrik üretimi amacı ile inşa edileceğini belirttik.   

Türkiye'nin Dicle ve Fırat'ın alt su havzasında bulunan ülkelerin su siyasetlerine hiç uymayacak şekilde politikalar yürütmesi   Irak ve Suriye hatta İran'daki kuraklık tehdidi ve çevresel tehditlerin de büyümesine yol açmıştır;  Medeni aktivistler de Türkiye'nin aşırı baraj inşa etme politikalarına itiraz etmişlerdir. Çünkü  bu barajlar  2 bin yıl öncesinden  Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar bir sürede inşa edilen Hasankeyf tarihi bölgesi dahil 550 kadar arkaik ve tarihi mekanı suya gömecektir.  

Hasankeyf bölgesi  11 bin yıllık tarihi boyunca 20 kadar farklı kültüre ev sahipliği yapmıştır.  Bizanslılar, Romalılar, Asuriler ve Moğollar Hasankeyf bölgesinde kendilerinden eserler bırakan kimi önemli medeniyetlerdirler.   Türkiye hükümeti tarafından son onyılda başlatılan dev barajlar inşa etme projeleri ise bu şehrin birçok arkeolojik mekanı ve eserini de yok etmiştir.  Tabii bu bağlamda Türkiye hükümeti kimi tarihi eşya ve eserleri yeni mekanlara taşımıştır. 

Türkiye'nin hidropolitikalarına karşı yürütülen medeni faaliyetlere rağmen  Türkiye'nin  su ile ilgili siyasetlerinden zarar gören hususlardan bazıları da bilimsel araştırmalara konu olmuştur.   İran'ın Tahran Üniversitesi siyasi coğrafya hocalarından Dr. Zehra Pişgahiferd ise bu hususta şöyle diyor:"    Genel olarak su eksikliği hususu ve özel olarak da  toplumların su tüketiminin azalması  suyun milletler ve insani toplulukların siyasi ve toplumsal ilişkilerinde özellikle de dünyanın kurak bölgelerinde temel rol oynamasına yol açmıştır. "

Türkiye hükümeti ise gelişmeyi sağlamak ve tarımsal arazi ve tarlaları sulamak için gereken suyu temin etmek amacı ile GAP'a yönelmiştir.  Türkiye devlet adamları  ancak Türkiye'nin baraj inşa etme politikalarının olumsuz etkilerini hep inkar etmiş ve geniş çaplı propagandif çalışmalar ile bu projelerin ulusal gelişme ve imar doğrultusunda olduğunu göstermeye çalışmışlardır. 

Örneğin  Türkiye orman ve su işleri bakanı Veysel Eroğlu  21 Temmuz 2017 konuşmasında  iklimsel koşullar ve toz fırtınaları ile ilgili   Türkiye'nin barajlar inşa etme politikasının bu durumun kaynağı olmadığını zaten  2 milyar ton kadar tozcuğun  yıllık olarak atmosfere karıştığını zaten Arap yarımadası ve Afrika çölünün  bu tozcukların yüzde 70'inden sorumlu olduğunu ileri sürdü.  Bu çerçevede Türk bakan  barajların bölge halkının da lehine olduğunu, kuraklık döneminde bile Türkiye'nin Suriye ve Irak'a su aktardığını belirtiyor. 

Bu tür propagandif açıklamalara rağmen   Türkiye  komşuları ile ilgili taahhütlerini yerine getirmemiştir.   Bu çerçevede Türkiye  Suriye'ye saniyede 500 metre küp kadar su vereceğini taahhüt etmiştir. Ancak son otuz yılda Suriye'nin ihtiyacı olan su hacminden çok az miktarda suyun bu ülkeye akmasına izin verilmiştir. 

Uzmanlara göre Türkiye'nin  barajlardan beklediğinin  barajları besleyen nehirlerin kapasitelerinden daha fazla olduğunu belirtiyorlar.  İranlı çevre aktivisti Muhammed Derviş ise bu hususta şöyle diyor:"  Türkiye'nin Dicle ve Fırat üzerinde inşa ettiği barajların kapasitesi  yıllık olarak 120 milyar metreküp kadardır. Ancak bu iki nehirde akan suların hacmi 47 milyar metreküp kadardır. 

Bir diğer yandan ise  kimi uzmanlar da  Türkiye'nin su politikalarının  yan etkileri bu ülkeyi de kötü yönde etkileyeceğini  düşünüyorlar.   Bu çerçevede  İranlı jeopolitik meseleler araştırmacısı ve akademisyen  Dr. Mehrdad Mir Sanceri bu hususta şöyle bir değerlendirmede bulunuyor:"  Türkiye barajlarını inşa etme sürecini 1973 yılında  Keban barajını inşa ederek başlattı.  Sonuçta su hacmi de git gide azaldı. Bu da baraj yapma sürecinin doğrudan Türkiye'yi de etkilediğini ve gelecekte de etkileyeceğini gösteriyor. "

Güney Doğu Anadolu Projesinin ilk dev yapısı ise 1992 yılında inşa edilen  48 milyar metreküp kapasiteye sahip Atatürk Barajı idi.  GAP'ın tamamlanması ile  Türkiye'nin Dicle ve Fırat nehirlerinin suyunun yüzde 45'ini kontrolüne alacağı tahmin edilmektedir.   Kimi tahminlere göre  tarım ve sanayi dallarının su tüketimi, barajların yüzünden suyun buharlaşması, bu iki nehrin hidrolojik sisteminin  değişmesi yüzünden gelecek yirmi yıl içerisinde Irak'a akan suların yüzde 80'i azalacaktır.  Irak Su Kaynakları Bakanı El Necani ise  Türkiye'nin su ile ilgili siyasetlerinin yan etkileri ile ilgili şöyle diyor:"  Tahminler, Dicle ve Fırat suyunun gelecek on yılda ortalama yüzde 45 azalacağını  gösteriyor. "

Uzmanların tahminlerine göre Türkiye'nin Ilısu barajını tamamlayıp bu barajın gölünü doldurması halinde  Irak ve Suriye'de 5.6 milyon hektarlık araziler kuruyacaktır.  Bu kuraklıktan dolayı tozcuklar binlerce kilometre alanı kapsayacak ve maalesef İran eyaletlerinin yüzde 80'i kadarı da bu fırtınalara yenik düşecektir.  

Aslında İslami öğretilere göre su alanlarının üst havzalarında yaşayan insanlar  hiçbir bahane ile  alt havzada yaşayan insanlara zarar veremez.   Türkiye hükümeti ise bu dini kurala bile uymamış ve  su kaynaklarını tekelden kullanmaya çalışmıştır. 

Tebriz Üniversitesi öğretim üyesi   Ebulfazl Mecnuni Heris şöyle diyor:" Maalesef  Türkiye'nin son yıllardaki siyasetleri bölgeyi istikrarlaştırma doğrultusunda olmuştur. Bu çerçevede Ankara hükümeti  iki Arap komşu ülkenin  imar ve güvenlik çalışmalarını yok etmek için elinden geleni yapmıştır. Türkiye yıllar önceden beri  Dicle ve Fırat, hatta Aras gibi  uluslararası suların kontrolü için uzun vadeli planlar yapmış  ve bu durumu bir baskı aracı olarak kullanmaya çalışmıştır.   "

Türkiye meseleleri araştırmacısı Esedullah Athari ise bu hususta şöyle düşünüyor:" Türkiye, Suriye ve Irak hususunda  suyu siyasi ve hegemonik bir araç olarak kullanıyorlar.  Bu yüzden su Türkiye için siyasi pazarlama aracı ve ticari bir matah konumuna gelmiştir. " 

Su sıkıntıları ve eksikliği  bölgede ekonomik ve toplumsal ayrıca siyasi baskıların artmasına neden olacaktır.  Böyle bir ortamda Türkiye de tek taraflı olarak Suriye ve Irak ile imzaladığı ortak  su anlaşmalarını lağvetti. 

Türkiye'de sayısız baraj inşa etme ve bu çalışmaların etkileri hususunda ise  Iraklı analist Keffah Muhammed  şöyle diyor:"   Türkiye'nin baraj inşa etme politikaları birçok ülkeyi tehdit ediyor. Sırf Irak zarar görmüyor.  Türkiye'nin baraj inşa etme krizi Saddam döneminden başladı.  Saddam barajları bombalayacağını söylemişti. Bu tehditten dolayı Türkiye de barajların inşasını durdurmuştu.  Tabii bu kriz için bir yol bulunmazsa  Irak için felaket bir durum yaşanacaktır.  Özellikle de   tarım sektörü  büyük bir oranda  zarar görecektir.  Dicle ve Fırat nehirlerinin kuruması ve sularının yüzde 50 kadar azalması  kimi bölgeleri tam bir çöllük alana dönüştürecektir.  Tabii bu iki ülkenin bu alanda bir olup askeri bir girişimde bulunmaları da muhtemeldir. Diplomatik çalışmalar yapmaları da bir seçenektir. "

Oklohama Üniversitesindeki Batı Asya programı başkanı Joshua Lendis ise 4 yıllık kuraklığın Suriye'de belli başlı sorunlara yol açtığını söylüyor.  Bu kuraklık bir milyonu aşkın insanı  tarımlarını ve çiftliklerini terk etmek zorunda bıraktı ve Suriye'nin doğusunu tenhalaştırdı.  "

Lendis şöyle diyor:" Bu demografi değişimi ve göç dalgası  Suriye'de iç savaşa zemin hazırladı. " Suriyeli uzman Benil El Semen ise Suudi gazetesi El Şark El Avsat'taki yazısında ise su sorununun ve krizinin gelecek yıllarda Suriye ve Türkiye dahil olmak üzere bölge ülkeleri arasında çatışmalara yol açacağını belirtmiştir. 

Bu değerlendirmelerden yola çıkarak  ülkelerin sınırlarındaki ortak su kaynaklarına  baktığımızda gelecekte su sıkıntısı ve su hususundaki rekabetlerin  artacağını söylemek mümkün.  Su sorunları ve tartışmaları hususunda  uluslararası avukat Salih Mohtar ise bu hususta şöyle diyor:"  Türkiye'nin su ile ilgili siyasetlerinin etkilerini   Irak'ın Güneyinde geniş çaplı olarak görmek mümkün. Orada su aşırı derecede tuzlanmıştır. "

İklimsel değişiklikler ve klimatolojik bilgilere göre  bölgede birçok nokta kurumaya başlamıştır.  Bu olayın bir yandan milli yan etkileri olmuş ve bir yandan da gelecekte komşular ile su kaynakları üzerindeki gerilimleri arttıracaktır.  Bu arada  dünyanın kurak kuşağında yer alan ülkelerin durumu daha da kaygı vericidir.   Çünkü  gelişme, refah ve istikrarın ön şartı da  çevre kaynakları özellikle de iç su kaynaklarının yönetimidir.  Bu yüzdendir ki ülkelerin su hususunda işbirlikleri yaptığını, sorunlar yaşadığını ve hatta savaş durumları yaşadıklarını  görüyoruz. 

Türkiye ise hidropolitiği ile doğrudan Irak ve Suriye'yi etkilemiştir. Türkiye bu bağlamda Irak ve Suriye ile vardığı su anlaşmalarındaki taahhütlerini  de hayata geçirmemiştir.   Buna rağmen bu taahhütleri yerine getirmemesine ilaveten yarım kalan anlaşmalardan da çekildi. Türkiye'nin bu anlaşmalardan çekilmesinin Bağdat ve  Şam'a açık bir mesaj olduğu aşikardır.  Türkiye bu çerçevede Dicle ve Fırat'ı  ülkelerin ortak zenginliği görmeyip bu alanda tekelci davranmaya çalışıyor. 

Türkiye Dicle ve Fırat nehirleri havzasındaki asıl aktör olarak  aldığı her karar Irak ve Suriye'yi de doğrudan etkilemektedir.   Bu süreç ise şimdiye dek felaket sonuçlar doğurmuştur. Irak ve Suriye'ye akan suların yüzde 45'inin azalması  demek  kurak kuşakta bulunan bu ülkelerin tarımcılıklarının da  tedricen yok olması ve yeni bir güvenlik krizinin oluşması demektir.  

Bu kuraklıklardan kaynaklanan tozcuklar ve toz fırtınaları ise bir çevre tehdidi olarak ele alırsak o zaman Türkiye'nin barajlarının sırf Irak ve Suriye'yi etkilemediğini İran ve hatta diğer ülkeleri de zararlı çıkaracağı söylenebilir.   GAP aslında Türkiye'nin Güney Doğusunda bulunan 1.5 milyon kilometrelik  bir alanı tarım alanına çevirmek istiyor. Ancak GAP hala tamamlanmadan Irak ve Suriye'de 5.6 milyon hektarlık alan  çorak hale getirilecektir.  

İşte bu yüzdendir ki  Avrupalı siyasi, ekonomik ve çevre aktivistlerinin baskıları ile  kimi Avrupalı şirketler GAP'ı terk etmek zorunda kaldılar. Siyonist Rejim İsrailli şirketlerin Avrupalı şirketlerin yerine geçmesi ise  Türkiye'nin Batı Asya'ya yönelik baskılarının asıl kazanan isminin kim olduğunu açıkça gösteriyor. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın Kuzeyine müdahale ederek   bölgede aktif bir rol almak istediğini gösterdi.  Ancak Türkiye'nin bu yönde baş vurduğu stratejiler  kazan-kazan veya kolektif çıkarlar doğrultusunda olmamıştır.  Bu ülkenin dev Güney Doğu Anadalu Projesi  de aynı gerçeğe işaret ediyor.  Ankara aslında bölgesel gücünü arttırmak için kendisinin kazanmasını ve diğerlerinin kaybetmesini istiyor. Böyle bir stratejinin sonucu ise kesinlikle bölgede istikrar ve barışı güçlendirmeyecektir.