Haziran 06, 2016 14:29 Europe/Istanbul

Başta Amerika olmak üzere Batılı ülkeler insan haklarına uydukları yönünde geniş propaganda yürütüyor.

Bu durum söz konusu ülkelerin insan haklarına uyma konusunda hiç bir sorunla karşılaşmadıkları gibi bir algı oluşturuyor. Oysa gerçekler çok farklıdır. Bu bağlamda yayımlanan raporlar, Amerika ve bazı Avrupa ülkeleri insan hakları alanında çok kötü durumda olduğunu gösteriyor.

Batı dünasında insan hakları ihlallerinin en bariz örneği Batılı toplumlarda tırmanan ve kaygı verici boyutlara ulaşan İslam karşıtlığıdır.

Son yıllarda Batı dünyasında müslümanlara karşı şiddet uygulandığı ile ilgili bir çok rapor yayımlanmıştır. İslam karşıtlığı İran İslam Cumhuriyeti ile Avrupa ülkeleri arasındaki insan hakları müzakerelerinde her zaman tartışılan bir konudur ve bu müzakerelerin ana gündem maddelerinden birini oluşturur. Fakat ne var ki Batı, uluslararası hukukun bu maddesine karşı sürekli siyasi açıdan yaklaşmış ve Batılı düşünceleri desteklemesi de insan hakları meselesini siyasi bir meseleye dönüştürmüştür. Gerçekte İslam karşıtlığı günümüzde bir çok Batılı toplumun ortak tutumuna dönüşen bir tutumdur. Batı’nın İslam karşıtı propagandalarında müslümanlar mantıksız, gerici ve şiddet yanlısı insanlar olarak tanıtılıyor. Günümüzde Batı’nın siyasi edebiyatında İslamofobi sözcüğünün özel anlamı vardır ve özellikle son yıllarda tehlikeli bir fenomene dönüşmüştür. Gerçekte İslam korkusunun telkin eden akım Amerika ve Avrupa ülkelerinde özellikle gençler ve radikal örgütler başta olmak üzere toplumun güncel yaşamının bir parçası olmuştur.

 

Batılıların İslam karşıtlığının sebeplerinden biri, İslam’ı Batı medeniyetine karşı komünizm, faşizm ve nazism gibi düşüncelerin yerine ciddi bir tehdit kaynağı ve savaş yanlısı ve yayılmacı bir inanç şeklinde gösteren yeni teorilerin gündeme getirilmesidir. Samuel Huntington ve Fransis Fukuyama gibi Batılı düşünürleri tezleri bu tür teorilere birer örnektir. Beşeriyet karşıtı bu tür tezlerin temelinde Batı dünyasında İslam’a karşı ırkçı söylemler ve savaşlar şiddet kazanmış ve Batı’da İslam karşıtlı kinci ve  hasmane eylemlerinde müslümanları hedef almaya başlamıştır.

 

Avrupa konseyi 2015 yılında yayımladığı bir raporda Fransa devletini bu ülkede başta müslümanlar olmak üzere dini azınlıklara karşı ırkçılık konusunda uyarırken, Paris yönetiminden Fransa’da ırkçılık ve başkalarından nefret duygusunun yayılması ile daha ciddi bir şekilde mücadele etmesini ve İslamofobiye son vermesini istedi.

Raporda Fransa’da İslamofobi çerçevesinde müslümanları hedef alan saldırıların yüzde 80 kadarında müslüman kadınlar özel olarak hedef seçildiği belirtildi. Rapora göre müslüman kadınlara karşı saldırılar uygulanan şiddetin derecesi ve yapılan saygısızlık ve hakarete göre değişiyor ve ırkçıların kadınların başörtüsünü çekip yırtmaktan üzerlerine hayvan dışkısı atma ve araçlarının camını kırmaktan küfür ve hakaret ve çirkin sözleri içeren sözlü tacizlere ve hatta bu insanların üzerine tükürmeye kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.

Fransa İslamî diyanet konseyi de son iki yılda Paris’te yaşanan terör saldırılarının ardından yayımladığı bildiride, Charlie Hebdo mizah dergisine düzenlenen terör saldırısından sonra müslümanlara 147 saldırı yapıldığını, bu saldırılarda Fransa genelinde 27 cami de Chalie Hebdo saldırısından sonra ırkçıların hedefi olduğunu belirtti.

 

Fransa’da bu tür ırkçı saldırılar, insan hakları iddiasında bulunan bazı Fransız politikacılar ırkçı ve bağnaz düşüncelerini yansıtan sözleri sarf ettikleri bir sırada şiddetlendi. Örneğin Fransa Başbakanı Manuel Fals “faşist İslam” gibi çirkin ve hakaret içeren bir terim kullandı. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı sağcı Nikolas Sarkozy de Fransa’da başörtüsü ve başörtülü kadınlara karşı yeni bir kampanya başlattı ve tehditvari ve ırkçı açıklamasında Fransa’da başörtülü kadınları istemediklerini belirtti.

 

Britanya’da da müslümanların hakları geniş çapta ihlal ediliyor ve İslamofobinin en büyük kurban kesimini yine müslüman kadınlar oluşturuyor. Bu konuda yayımlanan raporlar Britanya’da müslümanlara yönelik saldırıların yüzde 80’inde müslüman kadınlar hedef alındığını gösteriyor.

Söz konusu raporlara göre yine Batılıların İslam düşmanlığı çerçevesinde düzenledikleri saldırıların yarısından fazlası İngiltere’de yaşayan müslüman kadınlara ve özellikle İslamî tesettürü olan kadınlara karşı gerçekleşiyor.

 

Kuşkusuz Batılı ülkelerde müslüman nüfusun hızlı ve göz kamaştıran artışı, kültürel, sosyal ve siyasi etkenlerin yanında İslam ve müslümanlara karşı kin ve düşmanlığın tırmanmasında büyük etkisi olmuştur. Amerika’da veriler bu ülkede müslümanların sayısı yahudi nüfusu ile eşit olduğunu ve özellikle Detroit, Newyork, Şikago ve Los Angeles gibi büyük kentlerde müslüman azınlığın hissedilir derecede artış kaydettiğini gösteriyor.

 

Avrupa kıtasında da müslümanların nüfusu hızla gelişiyor. Hali hazırda Avrupa kıtasında 15 ila 20 milyon müslüman yaşıyor ve Türkiye AB’ye üye olarak kabul edildiği takdirde yeşil kıtada müslüman nüfusun 100 milyonu bulacağı belirtiliyor. Bu konu hiç kuşkusuz Avrupa toplumunun önde gelen stratejistlerinin kolay kolay gözardı edebileceği bir konu değildir.

Avrupa’da müslümanlar en çok Fransa’da yaşıyor. Bu ülkede hristiyanlıktan sonra İslam dini en büyük ikinci din sayılıyor.

Ancak Fransa’da insan hakları ile ilgili yayımlanan raporlar, kendini demokrasi beşiği sayan bu ülkede insan hakları ihlali sıradan bir olay haline geldiğini ortaya koyuyor.

 

Fransa’da müslümanlar gibi dini azınlıklar ve Araplar ve siyahiler gibi etnik gruplar tanınmıyor ve bu ülkenin parlamentosunda ve diğer devlet erkanlarında da temsil edilmiyor, üstelik her gün Fransız ırkçıların ve radikal akımların saldırılarına maruz kalıyor.

Fransız müslüman yazar ve araştırmacı Roje Garodi, sırf bir tarih kitabı yazdığı ve uluslararası siyonizmin cinayetlerini sorguladığı için yargılanıyor. Yine bu ülkede başörtüsü yasağı ile ilgili çıkarılan kanunla okullarda ve üniversitelerde müslüman kızların eğitimi engelleniyor.

İnsan hakları iddiasında bulunan Fransa toplumunda Afrika kökenli 15 ve 17 yaşındaki iki genç çocuğun Fransız ırkçı polis tarafından vurularak öldürülmesi ise bu ülkede yaşayan ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören azınlıkları haklarının iadesi için ayaklanmaya zorladı. Uzmanlar ise ırkçılık ve dini ayrımcılık bu huzursuzlukları körüklediğini belirtiyor. Paris varoşlarında yaşayan müslümanların öfkesi aslında kökleri dini ayrımcılığa uzanan geçimlerinin içler acısı haliydi.

 

Bugün Fransa müslümanlar en çok Fransız medyanın yürüttüğü İslam’ı karalama kampanyası ve başta hicab olmak üzere İslam ahkamını içeren hükümlerin ve İslamî yayınların yasaklanması ve İslam dininin radikalizmle denk tutulmasından kaygı duyuyor.

Fransa’nın devlet okullarında başörtüsü yasağı kanunu Mart 2004’te onaylanmasının ardından bir çok insan hakları örgütü, İslamî örgütler ve başörtüsü savunucuları bu yasayı protesto etti. Ancak Fransa yönetimi bu kanun onaylandıktan sonra Fransa okullarında başörtülü kız öğrencileri ihraç etmeye başladı.

 

Öte yandan veriler, Avrupa, Amerika ve Kanada gibi Batı’nın önde gelen ülkelerinde de İslam karşıtlığı ve İslamofobi ve müslüman göçmenlere yönelik muhalefetin de kaygı verici boyutlarda tırmandığını gösteriyor. Ve maalesef 11 Eylül 2001 olaylarından sonra bu durum bazı Avrupa ülkelerinde tehlikeli boyutlara ulaştığı anlaşılıyor.

Irak’ta İngiliz askerlerin Iraklı vatandaşlara yönelik barbarca tutumu ve Amerikalı askerlerin Guantanamo ve Ebu Gureyb hapishanelerinde tutuklulara işkence etmesi ve yine Sırpların Balkanlarda yaşanan kriz sırasında müslümanlara yönelik cinayetleri, Batılıların müslümanlara karşı kin ve nefretini ve ırkçı tutumunu açıkça ortaya koyan örneklerdir.

 

İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair Londra’da yaşanan patlama olaylarının ardından bu patlamaları İslam’da radikalizmla bağdaştırarak bu konudan, Irak işgali sırasında Amerika’yı izleme politikasını meşru göstermeye çalıştı. Bu işin bir benzerini de oğul Bush, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra yapmıştı. Aslında bu konu o kadar bariz bir gelişmeydi ki Amerika medeni özgürlükler birliği ACLU Amerika’daki müslüman göçmenleri desteklemek amacıyla oğul Bush aleyhinde BM’de dava açtı. Söz konusu birliğin dava dilekçesinde Amerika’da göçmen müslümanların 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra haksız bir şekilde hapse atıldığı veya sınırdışı edildiği belirtildi.

 

Fransa ve İngiltere gibi sözde kültürlere saygı ilkesini gündeme getiren sömürücü ülkelerde bu bakımdan bariz bir çelişki dikkat çekiyor. Gerçi bu toplumlarda ifade özgürlüğü ve demokrasi gibi ilkeler demokrasinin temellerini oluşturuyor, fakat aynı ülkelerde İslam Peygamberi’ne –s– hakaret içeren karikatürler, uluslararası bir misak ve sosyal bir anlaşma olan ve tüm ülkelerin uymaları gereken evrensel insan hakları bildirgesi hiçe sayılarak  yayınlanıyor. Oysa uluslararası yasalara göre evrensel insan hakları maddelerine uymamak insan hakları ihlali sayılıyor ve bu ihlali yapanların cezalandırılmaları gerekiyor. Peki acaba Amerika ve Avrupa’da ifade özgürlüğü bahanesi ile İslam Peygamberi’ne –s– hakaret içeren karikatürlerin yayımlanması, insan hakları ihlali değil de ne olabilir?

 

Aslında AB’nin on üye ülkesinin basın ve medya organlarında İslam Peygamberi’ne –s– hakaret içeren bir dizi karikatürün yayımlanması, Avrupa kıtasında İslam karşıtlığı organize bir şekilde yürütüldüğünü gösteriyor. Ancak bu ülkeler ifade özgürlüğünü bahane ederek bu tür karikatürlerin yayımlanmasını engelleyemeyeceklerini ileri sürüyor. Bu tepki evrensel insan hakları bildirgesine hümanist bir yaklaşımın ürünüdür ve hiç kimse başkasına hakaret etmeye hakkı olmadığı halde Batılı ülkeler başkalarının mukaddesatına hakaret edilmesine rahatça göz yumuyor.

Gerçekte Batı’nın insan hakları alanındaki çifte standart tutumu gözler önüne seren bu açık hakaret, Batı dünyasına hakim olan ırkçı düşüncenin ürünüdür ve Batı’nın Doğu’ya ve özellikle müslümanlara karşı ırkçı düşünceleri ortamında gelişmiştir. Fakat tüm bunlara karşın Amerika ve Avrupa ülkeleri kendilerini insan hakları hamileri tanıtmaya çalışıyor.

 

Eski sömürü döneminde ve dünya sömürücü devletlerin arasında paylaşıldığı günlerde yerlileri yok etmek veya toplumları ırk, renk ve soya göre sınıflandırmak, sömürücü devletlerin uyguladığı bir politikaydı. Ancak çağdaş ve medeni ve gelişmiş olduğunu iddia eden günümüz dünyasında eski sömürü döneminin mirasını hala emperyalist güçlerin üstünlük kompleksinde görmekteyiz. Bu şartlarda sömürücü güçler yeni farklılıkları ve yeni ayrımcılıkları yaratıyor ve toplumu iyi ve kötü olmak üzere ikiye ayırıyor ve sözde üstün sınıf, başkalarını sultasının altına almak üzere yeni devletler kuruyor ve böylece emperyalist ve ırkçı emellerini gütmeye çalışıyor.

Bu yıkıcı düşüncenin izlerini Amerika’da ve bazı Avrupa ülkelerinde özel bir ırkın diğer ırklardan üstün olduğu teorisi temelinde üretilen yeni ve modern ırkçı düşüncelerde görmek mümkün. Bu düşünce insan haklarını savunduklarını iddia eden Batılı ülkelerde beşeriyet karşıtı düşüncelerini oluşturan katmanların ne denli derin olduğunu gösteriyor.

Etiketler