Aralık 14, 2016 16:53 Europe/Istanbul

Şii ve sünni mezhebine mensup olan müslümanlar başta olmak üzere çeşitli İslamî mezheplerin arasında İslam Peygamberi’nin –s– veladet tarihi hakkında görüş farklılığı bulunuyor, ancak hepsi bu kutlu veladetin yılı ve ayı konusunda hemfikir olduğu anlaşılıyor

Ehli sünnet müslümanları o hazretin veladet gününü 12 Rebiulevvel 570 ve Şii müslümanlar ise aynı yılın 17 Rebiulevvel günü olarak biliyor. Bu yüzden 12 ila 17 Rebiulevvel arasında kalan günler Vahdet haftası olarak adlandırıldı.

Öte yandan bir çok ehli sünnet alimi de şii alimlerle tek yürek olup vahdet şiarına sarılmaya başladı ve İslam ümmetini tefrikanın afetleri konusunda uyardı. Bu yüzden bugünkü sohbetimizi bazı ehli sünnet alimlerin İslamî mezheplerin vahdeti hakkında görüşlerine ayırdık.

Gerçekte son ilahi Resul ve alemlerin efendisi Hz. Muhammed’in –s– veladet yıldönümü tek yürek olan bir İslam ümmetini düşünmek için en iyi fırsattır. İslam Peygamberi –s– alemlere rahmet olarak gönderilmiştir ve mübarek varlığının nuru 14 asırdır beşeriyet camiasını aydınlatarak rahmeti ve sevgisi ile buz tutmuş yüreklere yeniden hayat kazandırır. Gerçekte İslam Peygamberi’ne –s– yönelik beslenen sevgi, saygı ve aşk, dünya genelinde yaşayan yaklaşık 1.5 milyar müslümanların en büyük ortaklıklarından biridir.

Bundan 35 yıl önce İslami İran’da 12 ila 17 Rebiulevvel arasında kalan günler vahdet haftası olarak adlandırıldı ve böylece İslam Peygamberi’nin –s– mübarek varlığı ve o hazretin sünneti çeşitli İslamî mezheplerin arasında vahdetin en güçlü ekseni olarak tanıtıldı. İran İslam Cumhuriyeti’nin bu önerisi çeşitli İslamî mezheplerin alimleri başta olmak üzere dünya müslümanları tarafından büyük ilgi ile karşılandı.

Günümüzde İslam düşmanları her zamankinden daha şiddetli bir şekilde İslamî mezheplerin arasında tefrika çıkarmaya çalışıyor, öyle ki İslam tarihinde İslam ümmeti hiç bu kadar tefrikaya ve gerilime sürüklenmediği söylenebilir. Öte yandan müslümanların arasında tefrika çıkarma sürecinde hilekar ecnebi ellerin etkili olduğu kadar bazı müslüman grupların cahilliği ve bilinçsizliği de adeta yangına körükle gitmeye benzemektedir. Maalesef din ve tarih gerçekleri hakkında bilgisizlik, çeşitli İslamî mezheplerin birbirine karşı cefakar tutumunun başlıca nedenidir. Oysa bu insanların din hakkındaki bilgileri arttıkça aralarında birlik ve kardeşlik eğilimi daha da güçlenir. Zira çeşitli İslamî mezheplerin alimleri aralarındaki cüz’i ihtilafları bildikleri kadar bu mezheplerin bir çok ortak yönlerinin de bilincindedir.

Ancak Vahabi tarikatının elebaşıları asla böyle düşünmüyor. Gerçi Vahabi tarikatı İslamî hiç bir mezhebin içinde sayılmıyor ve hatta bir çok ehli sünnet alim de vahabiliği uydurma ve İslam hakikatinden uzak bir tarikat olarak değerlendiriyor.

Fakat Vahabi şeyhleri sürekli tefrika yaratıyor ve İslam ümmetini tefrika ve gerginlik vadisine sürüklüyor. Oysa ehli sünnetin ve şii mezhebinin önde gelen büyük alimleri Kur'an'ı Kerim’in Al-i İmran suresinin 103. Ayetine istinat ederek müslümanları Allah’ın ipine sarılmaya ve tefrikaya düşmemeye davet ediyor ve böylece İslam ümmetinin acılarını vahdet ilacı ile tedavi etmeye çalışıyor.

Şimdi biraz önce belirttiğimiz gibi bazı ehli sünnet alimlerin İslamî mezheplerin arasında vahdetin zaruretine yönelik bakışlarını gözden geçirelim.

20. yüzyılda İslamî düşüncelerin üzerinde derin etki yapan müslüman kardeşler hareketinin kurucusu şehit Hasan El benna, şii ve sünni müslümanların arasında vahdet düşüncesinin ilk öncülerinden biriydi. Hasan El benna ve bir grup şii ve sünni alim, tüm müslümanların hangi mezhepten olursa olsun ortak ilkelerin temelinde bir araya gelmeleri ve dinin usulu olmayan ve inkar edilmeleri dini inkar etme anlamına gelmeyen cüz’i konularda birbirini mazur görmeleri üzerinde mutabakata vardı. Şii ve sünni mezheplerinin önde gelen büyük alimleri olan bu ulema, alemleri yaratan Allah’a ve son Peygamberi Muhammed’e –s– ve semavi kitap Kur'an'ı Kerim’e ve kıble olarak Kabe’ye ve kıyamet gününe ve dinde zaruri sayılan şeylere iman eden her insanın müslüman olduğunu da onayladı.

Ehli sünnetin çağdaş düşünürlerinden Şeyh Muhammed Gazali, şii ve sünni müslümanların arasındaki ihtilaf asil bir ihtilaf olmadığını belirterek şöyle diyor: inançlar da siyaset ve hükümette yaşanan kargaşalara düştü, zira üstünlük şehveti ve zorla tekelcilik istediği dine inançların dahilinde olmayan şeyleri ekledi ve bundan sonra müslümanlar şii ve sünni olmak üzere iki büyük gruba ayrıldı, oysa her iki grup Allah’a ve Muhammed’in –s– risaletine iman ediyor. Gerçi ben bir çok ahkamda şii mezhebinden farklı düşünüyorum, ama kim benim görüşüme muhalefet ederse günahkar olduğuna inanmıyorum. Benim ehli sünnet arasında yaygın olan bazı fıkhi hükümler hakkındaki görüşüm de aynı yöndedir.

Ehli sünnetin çağdaş düşünürlerinden Şeyh Muhammed Gazali şii sünni ihtilafını körüklemek din düşmanlarının planladığı bir komplo olduğunu belirterek şöyle devam ediyor:

Din düşmanları sonunda şii ve sünni arasındaki ihtilafı inanç ilkelerine bağladı ve böylece bir bütün olan bu dini ikiye böldü ve tek ümmeti de ikiye ayırdı ve şimdi her biri ötekine pusu kurmak bir yana hatta ölümünü beklemeye  oturuyor. Ancak kim hatta bir tek kelime ile bu ayrışmaya yardım edecek olursa Enam suresinin 159. Ayeti onu kapsayacaktır. Ayet şöyle diyor: Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.

Şeyh Gazali şöyle devam ediyor: mukayese fıkhı alanında fıkhi meseleler ve ihtilafları irdelediğimizde şii ve sünni mezhepleri arasındaki mesafenin hanefi mezhebi ile maliki veya şafii mezhepleri arasındaki mesafe kadar olduğu anlaşılır. Biz herkesi hakikat arayışında eşit görüyoruz, gerçi yöntemler farklı olabilir.

Ehli sünnetin büyük alimlerinden ünlü araştırmacı, müfessir ve fakih ve El ezher üniversitesinin ilk rektörlerinden ve İslamî mezhepler darul takrib müessesesi kurucularından Şeyh Mahmut Şeltut da şii sünni vahdeti alanında büyük emek harcayan ehli sünnet fakihlerinden biriydi. Şeyh Şeltut İranlı büyük alim Ayetullah Seyyid Hüseyin Burucerdi ile çok dostane ilişkileri vardı. Şeyh Şeltut şii mezhebi hakkında ünlü fetvasında şöyle diyor: 12 imamlı şii mezhebi olarak bilinen caferi mezhebi, ehli sünnetin mezepleri gibi bir mezheptir ve bu mezhebe amel etmek şer’i açıdan caizdir. Müslümanların bunu bilmesi ve bazı özel mezheplere yönelik haksız bağnazlıktan kurtulması gerekir.

Şeyh Şeltut İslam ümmetinin vahdetini koruma yönünde faaliyet yürüten darul takbir müessesesinin oturumları hakkında da şöyle diyor: keşke darul takbir celselerinde bir Mısırlı bir İranlının yanında veya bir Lübnanlı veya bir Iraklı veya bir Pakistanlı veya diğer İslamî milletlerinden birinin yanında oturduğu bir sırada konuşma yapabilseydim. Böyle bir oturumda hanefisi ve malikisi ve şafiisi ve hanbelisi imami ve zeydi mezheplerini izleyenlerle yan yana otursaydı ve içinde ilim, tasavvut ve fıkıh yer alan sesler duyulsaydı ve bundan başka bu tür celselerde kardeşlik ruhu, sevginin ve saygının ve ilim ve irfan alanında işbirliğinin tadı gelseydi.

Şeyh Şeltut darul takribin kurulmasına muhalefet eden bazı cahil insanlara işaret ederek de şöyle yazıyor: dar görüşlü insanlar vahdet düşüncesine karşı savaş açtı, nitekim garez-kar olan bir başka grup da bu görüşle savaştı. Hiç bir ümmet bu tür insanlardan arınmış değildir. Beka ve konumunu tefrikada görenler bu düşünce ile savaştı ve kötü kalpli ve heva ve heves ehli olan ve özel eğilimleri bulunan gruplar darul takribin kurulmasıyla mücadele etti. Her iki kesim kalemlerini tefrikacı siyasetlere satan kesimlerdir. Bu tür siyasetler doğrudan veya dolaylı bir şekilde her türlü reform hareketi ile mücadele eder ve müslümanların vahdetine yol açacak her türlü çalışmaya karşı çıkar.

Ehli sünnetin bir başka ünlü düşünürü Şeyh Semih Atıf Ezzin “müslümanlar kimlerdir?” adlı eserinde şu ifadelere yer veriyor:

Bu kitabı telif etmeme sebep olan şey, günümüzde toplumda ortaya çıkan körü  körüne ikiye bölünmüşlüktür. Özellikle cahilliğin yok olması ile beraber aralarındaki ikiye bölünmüşlüğün yok olması gereken şii ve sünni müslümanların arasında maalesef bu hastalığın kökleri hasta yüreklere uzanır, zira bunun kaynağı İslam dünyasında nifak yaratarak hükümeti ele geçiren ve din düşmanı olan kesimdir.

Şeyh Ezzin şii ve sünni arasındaki ihtilaf hiç bir zaman Kur'an'ı Kerim ve sünnetin üzerinde olmadığını, aralarındaki ihtilaf sadece Kur'an'ı Kerim ve sünneti idrak etmekte olduğunu belirterek şöyle devam ediyor: etnikçilik gibi menfur bir psikolojiyi yok etmeliyiz ve dini kini yaygınlaştıranların yolunu kapatmalıyız, böylece müslümanlar geçmişte olduğu gibi tek yürek ve birbirini seven ve işbirliği yapan bir grup olmalıdır.

Ehli sünnetin çağdaş alimlerinden Sabir Taime de şöyle diyor: şii ve sünni arasında genel usul üzerinde bir ihtilaf yoktur. ihtilaf sadece furu üzerinedir ki bu da ehli sünnet mezhepleri arasındaki ihtilafa benzer. Hak şu ki, sünni ve şii İslamî mezheplerden iki mezheptir ve her ikisi Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetinden ilham alır.

Ehli sünnetin büyük düşünürü Allame İmam Seyyid Ebul Hasan Ali Nedevi de sürekli şii ve sünni müslümanların yakınlaşmasını arzu eden alimlerden biriydi. Allame Nedevi de şöyle diyor: eğer şii ve sünni arasında yakınlaşma olursa İslamî düşüncenin yeniden ihya ediliş tarihinde eşsiz bir inkılap olacaktır.

Evet, biz de sohbetimizin sonunda dünya müslümanları kendi alimlerinin ilim ve bilimine baş vurarak Kur'an'ı Kerim ve İslam Peygamberi’nin –s– kelamına sarılmalarını ve bir kez daha tek İslam ümmetini inşa etmelerini niyaz ediyoruz.