Nisan 12, 2016 07:25 Europe/Istanbul

Geçen bölümlerde İran kültürünün coğrafi kapsam alanı ve nüfuz sahasının İslam’dan önce dünyanın yarısına yayıldığını anlattık.

Yine dedik ki Sasaniler iktidarının düşmesi ve İran milletinin İslam dinini benimsemesinin ardından bu nüfuz alanı azalmadığı gibi daha da genişledi ve İranlılar Emevi ve Abbasi hilafetlerinde anahtar konumları ele geçirerek nüfuz alanını dünyanın en ücra köşelerine kadar yaymayı başardı. İranlı Müslümanların ilk kez ayak bastığı uzak yörelerden biri, Avrupa’nın güneyinde, İspanya’nın Endülüs topraklarıydı. Müslümanlar bu toprakları hicretin birinci yüzyılının sonlarında fethetti. İran milleti de İspanya’yı fetheden diğer müslüman milletlerle birlikte bu topraklara ayak bastı ve burada da İslam’ın fethettiği diğer topraklarda olduğu gibi önemli mevkilerde görev yaptı. O dönemde Horasan ve İran’ın diğer yörelerinden yüzlerce fakih, müçtehit, muhaddis, müfessir, kadı, vali, katip ve siyaset adamı İspanya’ya geldi ve Endülüs kentlerine yerleşti. Bu varlığın izleri kameri 5. Yüzyıla kadar devam etti ve İranlıların bu yörede etkili olduğunu ortaya koydu. Muteber tarihi kitaplara göre o dönemde İranlı 150 kadar alim ve bilgin İspanya’da yaşıyordu. Abbasi halifelerinin güvendiği Horasanlı İranlılar, Abbasi Halife Mehdi döneminden itibaren Mısır ve Kuzey Afrika’nın diğer bölgeleri ve Fas ve Türkiye’nin adalarının siyasi ve askeri yönetiminde önemli rol ifa etti ve İran kültürü bir kez daha ve Hahameneşilerden sonra ikinci kez Mısır topraklarında göze çarpmaya başladı. İslam’dan sonra İranlılar ilk kez İran kültürü ve medeniyetinin simgelerini Malezya ve Endonezya gibi güneydoğu Asya’nın en ücra köşelerine kadar götürdü. Bugün İran ve İslam kültürünün nüfuzu özellikle bu iki ülkede açıkça göze çarpıyor, çünkü bu yörelere giden Müslüman alimlerin büyük bölümü İranlı alimlerdi ve Müslümanların Malayi diline çevirdikleri bir çok eser de Farsça yazılan eserlerdi. İran’da İslam dini geldikten sonra göze çarpan en önemli iç gelişmelerden biri ise, İran’ın kültür merkezinin batıdan doğuya doğru kaymasıydı. Emevilerin hilafeti sırasında İranlı bir çok düşünür ve edebiyatçı ve bilgin İran’ın merkezinde, batısında ve güneyinde yaşıyordu. Ancak daha sonraları bu bölgelerle İran ve Arap dünyasının askeri çatışma alanlarına dönüşmesi yüzünden bu insanlar İran’ın doğusuna, Horasan ve Maveraünnehir yörelerine göç etti. Bu güç bu bölgelerin İranlı İslami medeniyet tarihinde özel bir yer bulmasına vesile oldu. Maveraünnehir bölgesi İslami dönemin başlarında İranlıların yaşadığı bir bölgeydi ve hala da İran medeniyetinin asil sahalarından biri sayılır. Ancak Seyhun ırmağının ötesinde Müslüman olmayan savaşçı kavimler yaşıyor ve sürekli bu imarlı ve bereketli bölgeye saldırı düzenliyor ve yağmaları ile tehdit ediyordu. Kuzey Horasan ve Maveraünnehir İslami ilk yüzyıllarda İslam dünyasının Asya’nın Kuzey yöreleri ile sınırını oluşturuyordu. İran milletinin İslam dinini benimsemesinin ardından bu iki bölge o dönemde kafir ve çölde yaşayan Türklerle cihat görevini ve İslam topraklarının sınırlarını koruma sorumluluğunu üstlendi. İslamiyet’in ilk yüzyıllarında Müslümanlar Maveraünnehir sınırlarında Türk kavimleri ile yüz yüze geldi. Söz konusu kavimler ilkin cihatçı güçlere karşı direnmelerine rağmen sonunda müslüman oldu ve yavaş yavaş Müslüman hükümdarların saraylarına nüfuz etme yolunu buldu. Gerçi bazı Türkler de Müslümanların sınır ötesi cihatlarda esir düşüyor ve daha sonra savaşçı olarak Müslüman hükümdarların hizmetine giriyordu. Türk müslümanların en önemli özellikleri ise cesur ve çevik savaşçılar olmalarıydı. Müslüman hükümdarlar hemen bu yeteneği fark etti ve kendi soydaşlarına güvenmedikleri için Türk savaşçıları cezbetmeye başladı. Bundan sonra her müslüman hükümdar Türk savaşçılardan oluşan birer ordu kurmaya başladı ve özellikle Türk kölelerden ve çocuklarından özel muhafız olarak yararlanmaya başladı. Savaşçı köle Türkler İslami nizamın sınıfsal ayrımcılığa karşı olmasından azami düzeyde yararlandı ve askeri yeteneklerini sergilemek ve vefakarlıklarını ispat etmek sureti ile sosyal mevkilerde en üst düzeylere ulaşmayı başardı ve sonunda hükümdar bile oldular. Ancak Türk kölelerin müslüman hükümdarlara yönelik vefa ve sadakati pek uzun sürmedi, çünkü Türkler askeri sahada daha üst mevkilere yükselerek kendi gücünü fark ettikten sonra hükümetleri yıkma girişimlerinde bulunmaya başladı. Türk köleleri İslam ordusunda kullanmaya ilk kez Mutesim gibi Abbasi halifeleri başladığı belirtiliyor. Ancak Cambridge İran tarihi adlı kitapta elde edilen belgelere istinaden Abbasi halifelerinden önce de İranlı prensler ve Maveraünnehir ve Soğd müslümanları da Türklerden paralı asker olarak yararlandıkları belirtiliyor. Daha sonraları İran’ın Saffariler ve Samaniler hükümetleri de aynı siyaseti izleyerek savaşçı Türkleri özel muhafız olarak kullandıkları anlaşılıyor. Gaznelilerin kralı Mahmut’un babası Sebüktekin, Samani sarayında görev yapan Türk kölelerden biriydi ve askeri yeteneği sayesinde ordu komutanı oldu ve İran’da ilk Türk kökenli devletin temelini attı. Gazneliler İran kültür sahasında geçmiş imparatorluklar kadar büyük bir imparatorluk kurmayı başardı. Gazneli kralları kölezade sayılırdı ve bu yüzden kendilerine İranlı bir kimlik uydurmaya çalışıyordu. O dönemde İranlı bir çok bilgin ve sanatçı Gazneli hükümdarlarının eşliğinde dünyanın dört bir yanına ayak bastı ve İran’dan çok uzak yörelerin kültürleri ile tanıştı. Ebu Reyhan Biruni bu bilginlerden biriydi ve Tahkiki Malül Hind adlı eseri bu yolculukların ürünüydü. Gaznelilerin iktidarının sonuna kadar Türklerin İranlı halifeler ve hükümdarların nezdinde askeri ve siyasi mevkileri daha çok bireysel çabaların sonucu elde edilen mevkilerdi. Köle Türkler tek tek bu saraylarda üst düzey mevkilere ve askeri konumlara ulaşıyor ve bazen de tahta geçiyor, fakat bu ilerleme sürecinde bağlı bulundukları kavim ve aşiretle irtibatını keserek İranlı İslami kültürü benimsiyor ve İran kültürü ve Fars dilini kullanıyordu. Gaznelilerin kralı Mahmut gibi bazı Türk hükümdarlar hatta Fars dili ve edebiyatı ve şiirinin yaygınlaştırılması için çaba harcıyordu, çünkü Türk hükümdarlar hiç bir zaman etnik destekten yararlanamıyordu. Türk hükümdarlar her türlü etnik bağdan uzak bir şekilde İranlı krallar gibi davranıyor ve kral Mahmut gibi bazıları hatta kendilerine İranlı şecere uyduruyordu. Türk aşiretlerin İran topraklarına toplu taarruz ve saldırıları Selçuklu oğuz Türklerinin saldırıları ile başladı. O dönemde Maveraünnehir ve Horasan’ın kuzeyinde yaşayan Türk aşiretlerin büyük bölümü müslüman olmuştu ve bu yüzden İslam ordusunun cihat maksadıyla bu bölgelere çıkarma yapmalarına hacet kalmamıştı ve sonuçta Maveraünnehirin sınır bölgelerinde cihat amaçlı inşa edilen kışlalar yavaş yavaş kapatıldı ve böylece müslüman Türklerin İran topraklarına nüfuz etme yolu açıldı. İslam dinini benimseyen Selçuklu Türkler meraların kuraklık sıkıntısı ve böylece zor durumda kalmaları yüzünden İran’ın Gaznei krallığından Kuzey sınırları saldırılara karşı korumaya karşılık mera taebinde bulundu. Daha sonra Gaznelilerin Maveraünnehir’de güç kaybetmesi ve başkentleri Hindistan sınırında Gazneyn’e taşınarak bölgeden uzaklaşmasının ardından Selçuklu Türkler güçlendi ve böylece Maveraünnehir ve Harezm’in daha imarlı ve daha uygar bölgelerine baskılarını arttırdı ve sürekli saldırıları ve yağmaları ile yöre halkını tehdit etmeye başladı. Başta Selçuklular olmak üzere Türkmen aşiretlerin yöreye yerleşmesinden önce Harezm ve Maveraünnehir bölgelerinde galip nüfus ve kültür, İranlıların nüfusu ve kültürüydü. Ve yörede Soğd ve Harezm dili konuşuluyordu. Türklerin tam sultasından önce ve hatta Selçuklular döneminde Harezmi dili hem yazılarda ve hem konuşma dili olarak bölgeye yaygındı. Sonunda Selçuklu Türkler sürekli saldırılarının ardından bölgeyi ele geçirdi ve Gazneli Mahmut’u yenerek İran topraklarının hükümdarı oldu. 015

Etiketler