Eylül 18, 2020 20:18 Europe/Istanbul

Geçen bölümde Hz. Ali’nin –s– Haneyn savaşı ve bu savaşta İslam Peygamberi’ni –s– canı pahasına savunarak koruduğundan söz etmiştik. Şimdi sohbetimizin devamını dinleyelim.

Tebuk, İslam Peygamberi –s– İslam’ı yaygınlaştırmak amacıyla gittiği en uzak bölgeydi. Öte yandan münafıkların Allah Resulü –s– Tebuk’a doğru yola çıkarken sinsi hareketleri ve yaşanan gelişmeler, bu zümrenin İslam Peygamberi’nin –s– kurduğu yeni hükümete darbe vurmak için sürekli uygun bir fırsatı kolladıklarını gösteriyor. Nitekim münafıklar Allah Resulü’nün –s– Medine’de yokluğu ve Tebuk savaşına katılmak üzere bu kentten ayrılması onlar için şom planlarını hayata geçirme bakımından çok iyi bir fırsat olacağını zannetmişti. Ancak münafıkların bilmediği şey, İslam Peygamberi’nin –s– Medine’de yokluğu sırasında Hz. Ali’yi –s– Medine’de bırakmak istediğiydi. Allah Resulü –s– Hz. Ali’ye –s– şöyle buyurdu: Başka çare yok, ya ben ya sen Medine’de kalmalıyız.

Böylece Hz. Ali’nin –s– Medine’de kalması ile beraber münafıkların şom planı suya düştü. Ancak münafıklar bir başka şeytani planı gündeme getirdi. Münafıklar, Hz. Ali –s– Resulullah’ın –s– onu Tebuk savaşına götürmek için tüm şevk ve isteğine karşın emrine uymadığı ve savaş meydanının yolunu tutmadığı yönünde bir spekülasyonu yaymaya başladı. Ancak Hz. Ali –s– hemen Allah Resulü’nün –s– huzuruna müşerref oldu ve münafıkların yaymaya çalıştığı spekülasyonu o hazrete anlattı. O sırada Allah Resulü –s– daha sonraları Menzilet hadisi adıyla ün yapan bir hadisi gündeme getirerek şöyle buyurdu: Acaba benim için Harun’un Musa için olduğu gibi olmayı istemez misin? gerçi benden sonra başka peygamber yoktur.

Ve böylece münafıkların bu komplosu da boşa çıktı ve Hz. Ali’nin –s– en parlak mevkilerinden biri daha İslam tarihinin sayfalarında kayda geçti.

İslam Peygamberi’nin –s– hicreti üzerinden dokuz yılı aşkın bir süre geçiyordu. Bu süre zarfında İslam’ın tevhide daveti ve şirki reddetmesi Hicaz yarımadasında yaşayan tüm müşriklere ulaşmıştı, ancak buna karşın bazı bağnaz ve cahil insanlar şirk ve putperestlik üzerinde ısrarını sürdürmekteydi. Bu yüzden artık müşriklerin hoşuna gitmese bile, şirk ve putperestliğin dosyasının tamamen kapanma zamanı gelmişti.

Öte yandan İslam aleminin en büyük kongresi ve tevhid simgesi yani Hac farizesi de düzenlenmeliydi ve bu ibadetin merasimleri ve detayları her türlü hurafeden ve cahiliye çağının simgelerinden arındırılarak Müslümanlara öğretilmeliydi. Bu yüzden İslam Peygamberi’nin –s– bu konuya el atması ve tevhidi Hac farizesini düzenleme zarureti her geçen gün daha da hissedilir hale gelmişti. fakat bunun için ilahi güvenli mekan, yani Mescid-i Haram ve Kabe, Kureyş eşrafı ve elebaşılarının insanları sömürmek ve köle yapmak ve kendi konumlarını ve insanlık karşıtı çıkarlarını ve şirk kokan inançlarını korumak için kullandıkları putlardan temizlenmeliydi. Bu yüzden İslam Peygamberi –s– Ebu Bekir’i bir heyetin başında Mekke’ye göndermeye ve müşriklerden beraat etmeyi anlatan Tevbe suresinin ilk ayetlerini Mekkeli müşriklere okumasına karar verdi. Ancak bu kafile henüz Medine’den pek fazla uzaklaşmadığı bir sırada Hz. Cebrail –s– yüce Allah tarafından nazil oldu ve ilahi mesajı İslam Peygamberi’ne –s– ileterek şöyle dedi: Beraat mesajını ya kendin, ya da senin hanedanından biri iletmeli.

Bunun üzerine Allah Resulü –s– Hz. Ali’yi çağırdı ve o hazretten özel atına binerek Mekke’ye gitmesini ve yüce Allah’ın ve peygamberinin beraat ayetlerini müşriklere okumasını istedi.

 

Hz. Ali –s– ilahi ayetlere göre yüksek ve güçlü bir sesle dört maddelik kararnameyi şu şekilde müşriklere okudu:

  1. Artık putperestlerin Allah’ın evine girmeye hakkı yoktur.
  2. Kabe’nin hürmeti korunmalıdır ve bu yüzden hiç kimsenin cahiliye döneminin adetlerine göre elbisesiz tavaf edemez.
  3. Bundan böyle hiç bir putperest tevhidi Hac merasimine katılamaz.
  4. Şimdiye kadar yapılan tüm anlaşmalar geçerlidir ve şirk ve küfür elebaşıları putperestlikten el çekmek ve İslamî devlete karşı tutumuna açıklık getirmek üzere dört ay fırsatları vardır.

 

Bu gelişmenin ardından ve kısa bir süre sonra müşrikler gruplar halinde tevhid inancına yönelmeye başladı ve böylece hicretin onuncu yılının ortalarında putperestlik dosyası hemen hemen kapandı ve böylece tevhid bayrağı dalgalanmaya başladı, ki bu da yine Hz. Ali’nin –s– adına İslam’ın muhteşem tarihinde kayda geçen bir başka büyük onur oldu ve hazretin tarihteki altın sayfalarına bir yenisi eklendi.

İslam Peygamberi –s– bu semavi dini yaygınlaştırmak amacıyla dünya devletleri liderlerine ve dini merkezlerin başlarına yazdığı mektuplara paralel olarak bir de Hicaz ve Yemen’in ortak sınırına yakın bir yerde yer alan Necran kardinaline de bir mektup yazdı ve onu İslam dinine davet etti. Allah Resulü’nün –s– temsilcileri mektubu Necran kardinaline verdi. Kardinal mektubu dikkatle okudu ve karar almak üzere Hristiyanların büyüklerinden oluşan bir konsey kurdu. Konseye katılan şahsiyetler, kendi aralarından 60 seçkin şahsiyeti seçerek Medine’ye göndermeye ve İslam Peygamberi –s– ile görüşmelerine ve nübbüvet için gösterdiği gerekçelerini incelemelerine karar verdi.

Hristiyan heyette yer alan Hristiyanlar mantıklı ve ilkeli yaklaşım sergilemek yerine İslam Peygamberi –s– ile tartışmaya ve sürtüşmeye başladı ve İslam dinini benimseme karşısında direndi. O sırada vahiy meleği nazil oldu ve mübahele ayetini getirdi ve Allah Resulü’nü –s– onunla tartışan ve hak söze boyun eğmeyenlerden en yakın akrabaları ile gelmeye ve ardından birbirine lanet okumaya davet etmekle görevlendirdi. Ayet şöyle buyurmakta:

Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.

Kararlaştırıldığı gibi, mübahelenin kararlaştırıldığı günün ertesi Nasranilerin hepsi yetmişten fazla kendi alimlerinin eşliğinde, Medine’nin çıkışında, Muhammed'in çok büyük ve kalabalık bir toplulukla onları yıldırmak ve korkutmak için geleceğini bekliyorlardı. Aniden Medine kalesinin kapısı açıldı ve Muhammed sağında bir genç, solunda hicaplı bir kadın ve ön tarafında ise iki çocuk olduğu bir halde gelerek Nasranilerin karşısındaki bir ağacın altında oturdular. Sadece beş kişiydiler.
Nasrani'lerin büyük alimi Kardinal, mütercimlerden Muhammed ile gelenlerin kim olduklarını sordu. Mütercimler; "O genç, O’nun damadı ve amcası oğlu Ali bin Ebu Talib’tir, O kadın O’nun kızı Fatıma Zehra’dır, O iki çocuk ise O’nun torunları ve kızının evlatları olan Hasan bin Ali ve Hüseyin bin Ali’dir." dediler. Kardinal bu durumu görünce Nasrani papazlara şöyle dedi: "Bakınız Muhammed nasıl da mutmain bir halde en yakınlarını, evlatlarını ve en çok sevdiği azizlerini mübaheleye getirip onları belaya maruz bıraktı. Allah’a and olsun ki, eğer O’nun tereddüt veya korkusu olsaydı, asla onları getirmez ve mübaheleden vazgeçerdi veya en azından ailesinden olan azizlerini bu hadiseden uzak tutardı. O’nunla mübahele yapmamız, kesinlikle doğru değildir. Eğer Rum imparatorundan korkmasaydım ona iman ederdim. Öyleyse O’nun isteklerini kabullenerek O’nunla anlaşıp kendi şehrimize dönelim." Onların hepsi; “Söylediklerin sahih ve doğrudur” deyip Kardinal'i tasdik ettiler. Daha sonra Kardinal, Peygamber’e; “Biz seninle mübahele yapmıyor, anlaşmak istiyoruz.” dedi. Hazret de onların bu teklifini kabul etti.

Barış anlaşması Ali bin Ebu Talib’in –s– eli ile yazıldı. Evrafi kumaşlarından, her kumaşın kıymeti kırk dirhem olmak şartıyla iki bin kumaş, bin mıskal altın ve bunların yarısının yani bin kumaş ve beş yüz mıskal altının Muharrem ayında ve diğer yarısının da Recep ayında verilmesinin gerekliliği yazıldıktan sonra her iki taraf da imzaladı.

Ve böylece Hz. Ali’nin –s– İslam tarihinde onurlarına, mübahelede Allah Resulü –s– tarafından en yakını olanlardan biri olarak seçilmesi de eklenmiş oldu.

İslam dininin artan nüfuzu ve gücü, Allah Resulü’ne –s– bu semavi dini yayma ve tevhid inancını başka ülkelere ihraç etme fırsatı sağladı. Allah Resulü –s– bu çerçevede sahabeden Maaz bin Cebel’i Yemen’e yolladı ve o diyarda yaşayan insanlara tevhid inancı ve İslam’ın sesini duyurmasını ve bu semavi dini anlatmasını istedi.

Ancak Maaz tüm çabalarına rağmen Yemen halkını İslam dinine cezbetmekte pek başarılı olamadı ve bu yüzden Medine’ye geri döndü ve Allah Resulü –s– bu kez Halid bin Velid’i bu işle görevlendirdi. Ancak Halid bin Velid de altı ay çabadan sonra Yemen halkını İslam dinini benimseme konusunda ikna edemedi ve Medine’ye geri döndü. Sonunda Allah Resulü –s– Hz. Ali’nin –s– tüm görevlerde sergilediği başarıyı da göz önünde bulundurarak o hazreti Yemen’e yolladı ve mantık gücü ve iyi davranışla halkı doğru yola hidayete erdirmesini buyurdu.

Hz. Ali –s– Yemen sınırının sıfır noktasına geldiğinde İslam askerlerini sıraya dizdi ve sabah namazını cemaat şeklinde kıldırdı. Hz. Ali –s– daha sonra Yemen’in en büyük aşireti olan Hamdan aşiretinin tüm fertlerini Resulullah’ın tevhide çağrı olan mektubunu dinlemeye davet etti. Hz. Ali –s– Allah tealaya hamd ettikten sonra konuşmaya başladı ve konuşması o kadar cazip, mantıklı ve ilkeliydi ki dinleyenleri derinden etkiledi ve hepsi bir günde İslam dinine iman etti.

Hz. Ali –s– bu macerayı bir mektupla İslam Peygamberi’ne –s– rapor etti. Allah Resulü –s– bu gelişmeden çok sevindi ve secde ederek Allah tealaya şükretti. Hz. Ali’nin –s– bu görevinde başarılı olmasının en önemli noktası, Yemen milleti hür bir şekilde ve kendi iradeleri ile İslam dinini benimsemiş olmalarıydı.